Aden'in Rüyası (Bölüm 2)


Karşısındaki gencin tostunu ve meyve suyunu uzatıp parasını aldıktan sonra, sıradaki bir diğer gencin siparişini hazırlamaya koyuldu. Kaşar ve sucuk dolu bir ekmeği daha tost makinasına koyarak, dolaptan kutu kola aldı ve tezgâha bıraktı. Tekrar tost makinasının başına geçtiğinde tezgâhın önündeki birkaç gencin kendi aralarında konuşmalarını duydu.

“Dün gece olanları duydunuz mu? Çam sitesinde yangın çıkmış.” dedi içlerinden biri. Diğeri cevapladı.

“Hayır duymadım.”

“Ben gördüm. Biz karşı blokta oturuyoruz, çok korkunçtu.” diyerek, araya girdi başka bir genç. “Aden’in evi yanmış.”

“Sen ciddi misin?”

“İnanamıyorum.”

“Çok korkunç.” diyerek, aralarında konuşmaya devam etti gençler.

Önder onları duymazdan gelerek makinadaki tostu çıkardı ve siparişini bekleyen gence uzattı. Genç çocuk tostunu ve kolasını alıp parasını uzatırken, aynı anda yanındakilerle konuşmasını sürdürdü.

“Ölmüş mü kaltak?”

“Hayır, hepsi sağ olarak kurtulmuş.”

“Orospu!” diye söylendi genç ve Önder’e dönerek ekledi. “Paramın üstünü vermedin.”

“İkisi 60 TL tutuyor. Sen bana 50 TL verdin.” dedi Önder.

“60 TL’mi? daha geçen hafta 40 TL ye alıyordum, sen beni dolandırıyor musun?” diye sordu genç, sesini yükselterek. Önder karşılık verdi.

“Her şeye zam geldi, 10 TL daha vermen gerek.”

Genç çocuk öfkeli bir şekilde sırıtarak yanındakilere baktı ve tekrar Önder’e döndü.

“Paramın üstünü alamadığım gibi bir de üstüne tekrar para mı vereceğim? Asıl sen bana 10 TL daha vermek zorundasın.”

“Hayır.” dedi Önder, net bir şekilde. Ellerini tezgâhın üzerine koyarak gence doğru eğildi. “Bu benim elimde olan bir şey değil, zamları ben yapmıyorum. Eğer kalan parayı vermezsen kasaya kendi cebimden koymak zorunda kalacağım.” diye ekledi.

Genç çocuk da tezgâhın arkasından ona doğru eğilerek, aynı şekilde karşılık verdi.

“Bu da benim sorunum değil. Kasaya cebinden para koymanı ben söylemiyorum.” dedi ve yanındakilerle beraber arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Önder derin bir iç çekerek, yumruğunu hafif bir şekilde birkaç kere tezgâha vurdu. Aynı anda dudağını ısırıyor, öfkesini gizlemeye çalışarak gencin arkasından bakıyordu. Omzuna dokunan bir elle irkildi. Arkasını döndüğünde kantin sahibi olan Faruk Bey’i gördü. Yaşlı adam yüzünde bıkkın bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Altmış yaşındaydı ve emekli olmasına rağmen hala bu kantini işletmeye devam ediyordu. Başının tepesi keldi, kamburu çıkmıştı ve yüzündeki derin kırışıklıklar onu çok daha yaşlı gösteriyordu. Evinde oturup torun severek emekliliğinin tadını çıkarması gerektiği yerde hala burayı işletmeye devam ediyordu. Otuz beş yıldır buradaydı ve bu küçük işletmeyi başkasına devretmek ona çok zor geliyordu. Bu yüzden de çalışamayacak duruma gelene kadar bunu sürdürmeye devam edeceğini söylüyordu. Onu buraya Fırat yerleştirmişti. Yaşlı adam ilk başlarda çalışana ihtiyacı olmadığını söyleyerek onu reddetmişti ama daha sonra kendisine arkadaşlık etmesi için kabul etmişti.

“İstersen gidebilirsin, randevuna geç kalma.” dedi yaşlı adam.

“Geç kalmıyorum, daha bir buçuk saat var.”

“Olsun, çık dışarıda bir kahve iç. Ben de buraları toparlayıp bir saate kapatırım.”

Önder başını evet anlamında sallayarak isteksizce gülümsedi. Arkadaki kapıya doğru yaklaşıp odaya girdi ve el yordamıyla ışığı açtı. Sadece otuz metre karelik bir odaydı. İçeride yalnızca bir sandalye ve ayaklı bir fortmanto vardı. Zaten pek fazla şeye de gerek yoktu. Yaşlı adam bu odayı yalnızca montunu ve çantasını koymak ve ders saatlerinde etrafta kimse olmadığında dinlenmek için kullanıyordu. Önder fortmantoya astığı montunu giyindi, beresini ve atkısını da giyinip hazırlandı. Ocak aynın ortalarındaydılar. Dışarıda ayak bileklerine gelecek kadar kar vardı. Hava sıcaklığı gündüzleri -3 ile -4 arasından değişiyor, geceleri ise -7 dereceye kadar düştüğü oluyordu. Tabi bu şehir merkezinde böyleydi.

Köyde kar kalınlığı 60 cm ye kadar yükselmiş, birkaç gece önce sıcaklık -10 dereceye kadar düşmüştü. Bu durumlar onun pek hoşuna gitmese de yapabileceği bir şey yoktu.

Özellikle köy hayatına alışması epey zaman almıştı. Hayatı boyunca şehirde yaşamıştı, sadece çocukluğunda anne ve babasıyla beraber birkaç kere babasının köyüne tatile gitmişlerdi o kadar. Onlar öldükten sonra da zaten köyden ayağı tamamen kesilmişti. Ama bu sefer köyde tatil için kalmıyordu. Orada yaşadığı için kalmak zorundaydı. Meslekten ihraç edildikten sonra kısa bir süre eski yardımcısı Fırat ile beraber kalmıştı. Daha sonra Fırat, ona şu an çalıştığı üniversitenin kantininde iş bulmuş, zor da olsa onu buraya yerleştirmeyi başarmıştı. Ama buradan kazandığı para ev kirasına anca yetiyordu ve tüm parasını kiraya ödedikten sonra, geçimi için elinde para kalmayacaktı. Bu yüzden bir çaresine bakana kadar Fırat ile beraber kalmaya devam etmiş, aldığı maaşın bir kısmıyla arkadaşına destek olmak için faturaları ödemiş, bir kısmını da biriktirmişti. Daha sonra Melisa bir çare bulmuştu. Bu fikir Önder’e son derece mantıklı gelmişti. Gerçi seçim yapacak durumda değildi ve önüne çıkacak olan her türlü fırsatı değerlendirmek zorundaydı. Melisa ona, köyde dedesiyle beraber yaşamasını teklif etmişti. Dedesi, oğluyla beraber yaşıyordu ve köy, şehir merkeze yarım saat uzaklıktaydı. Belgesellerde gördüğü o müthiş doğal manzaralara sahip olan, evlerin seyrek olduğu, çok az sayıda kişinin yaşadığı sakin ve izole bir köydü. Önder oraya gider gitmez hayran olmuştu, her yönüyle hayran olunacak bir yerdi. Orada Melisa’nın dedesiyle ve dayısıyla beraber kalıyordu. Kampüsten aldığı maaşın bir kısmıyla eve erzak alıyor, kalan kısmını da bir gün kendi düzenini kurmak için biriktiriyordu. Orada kira ödemiyordu ama kira yerine sayılması için evin arka tarafında bulunan sebze bahçesiyle, tavuk kümesiyle bir birkaç büyük baş hayvanın bulunduğu ahırla ilgileniyordu. Bunu ne yaşlı adam ne de oğlu istemişti, Önder teklif etmiş, onlar da kabul etmişlerdi. Kampüse ise yaşlı adamın oğluna ait olan 4x4 ile gidip geliyordu. Aracın benzin parasını ikisi yarı yarıya ödüyorlardı. Tabi oğluna acil olarak lazım olmadığı zamanlarda. Sabah uyandığında ilk işi bahçeyi sulamak, tavukların ve diğer hayvanların yeminini ve suyunu vermek ardından ahırı temizlemekti. Sonra yaşlı adamın oğlu işe gitmek için hazırlanana kadar sabah kahvesini içiyor ve önce onu usta başı olduğu tütün fabrikasına bırakıyor, oradan kampüse gidiyordu. Akşamları ise evdeki eksikleri almak için önce markete uğruyor, oradan da tütün fabrikasına giderek yaşlı adamın oğlunu alıp köye dönüyordu. Bu düzenden hepsi gayet memnundu. Tabi bazen Önder fabrikaya geç gittiğinde, özellikle kış aylarında adam soğukta fazla beklediği için biraz çekişiyorlardı ama onun dışında bir sorunları yoktu. Bugün bu dondurucu havada geç kalmamak ve onu soğukta bekleterek tekrar tartışmamak için psikolog randevusunu onun iş çıkış saatine göre ayarlamıştı. Psikoloğa Fırat’ın zoruyla gitmeye başlamıştı. Çünkü onun evinde kaldığı zamanlarda sürekli kabuslar görüyor, çığlıklarla, kan ter içinde kalmış bir halde uyanıyordu. Bazen uykunda kendisini tokatlayarak ya da yumruklayarak kendisine zarar veriyordu. Hatta bir keresinde uyku halindeyken Fırat’ın odasına gidip, baş ucunda öylece beklemişti. Sabah olduğunda Fırat uyanıp onu baş ucunda, hareketsiz halde beklerken görünce korkudan ödü kopmuştu. Önder onun bağırmasıyla gözlerini açmış ve kendisini Fırat’ın baş ucunda bulmuştu. Oraya nasıl gittiğini ve orada o şekilde tam olarak ne kadar beklediğini ikisi de bilmiyordu. Tüm bu olanlardan sonra Fırat onu tuttuğu gibi bir devlet hastanesine götürmüştü. Ancak randevular çok zor bulunduğundan dolayı vazgeçmişlerdi. Önder o zaman çalışmadığından dolayı özel bir kliniğe verecek parası yoktu. Bu yüzden belediyeye ait olan bir rehabilitasyon merkezine gitmeye başlamıştı. Burada hem istediği zaman randevu bulabiliyor hem de daha az para ödüyordu. Haftada üç gün gidiyordu ve seans başına 150 TL ödüyordu. Tabi bu ücreti bir süre Fırat ödemişti ve Önder çalışmaya başlayınca ona borcunu geri ödemişti. Yaklaşık dokuz aydır düzenli olarak gidiyordu ve etkisini görmeye başlamıştı. Artık kâbusları azalmıştı, geceleri uykusunda yürümüyordu ve kendisine zarar vermiyordu. Psikoloğu ona ısrarla bir psikiyatristle de görüşmesi gerektiğini söylemişti ama Önder Vücuduna hiçbir şekilde kimyasal sokmayacağını ve ilaç firmalarına istediklerini vermeyeceğini söyleyerek, bunu her defasında reddetmişti. Merkeze vardığında, aracı bir yere park edip koşar adımla binaya girdi. İçeriye girer girmez klimaların yaydığı sıcaklığı hissetti. Aracın kliması bozuk olduğundan ısınamamıştı. Şimdi kasları yavaş yavaş gevşemeye başlamıştı. Biraz sonra terlememek ve dışarı çıktığında daha fazla üşümemek için üzerindekileri çıkaracaktı. Girişteki mavi deri koltuklardan birine oturmak üzereyken, danışma masasındaki kadın ona seslendi.

“Doktor Hanım müsait, girebilirsiniz.”

Önder cevap olarak başını evet anlamında salladı. Üzerindeki küçük plakada PİSİKOLOG yazan kapıyı çalıp açtı ve içeri girdi. İçeri girer girmez, her zaman olduğu gibi hafif, meyveli parfüm kokusunu aldı. Kokuyu derin derin içine çekerek kapıyı kapattı. Doktor, masasındaki bilgisayar klavyesinde parmaklarını gezdirirken göz ucuyla ona baktı ve gülümsedi.

Her zaman ki gibi enerjik, rengarenk ve doğaldı. Yüzünden bir an olsun eksik olmayan gülümsemesi ve üzerine giydiği rengarenk kıyafetler Önder’in enerjisini de yükseltiyor, iyi hissetmesini sağlıyordu. Üzerinde toz pembe sade bir kazak, altında ise diz hizasında buz mavisi bir etek vardı. Uzun siyah saçlarını maşa ile dalgalandırmıştı. Yüzü ise her zaman olduğu gibi tertemiz ve doğaldı. Önder onu hiçbir zaman makyajlı görmemişti. Tıpkı Melisa gibi o da makyaj yapmaktan nefret ediyor, makyajı, özgüvensiz kadınların kullandığı bir maske olarak görüyordu. Haklıydı. Nasıl ki sürekli gülümseyen ve iyi görünmeye çalışan insanlar aslında kötü bir şeyleri saklamaya çalışıyorlarsa, makyaj yapan kadınlar da yüzlerindeki kusurları gizlemeye çalışıyorlardı. Kendilerini oldukları gibi kabullenmiyorlar ve sevmiyorlardı, bu yüzden de yapay yöntemlere başvuruyorlardı. Ama bunlar Önder’e her zaman itici gelen şeylerdi. O doğallığı ve sadeliği seviyordu. Bir kadını kadın yapan da doğallık ve saflıktı. Aksi halde bir oyuncak bebekten farkları kalmıyordu. Önder pencerenin önünde karşılıklı duran mavi deri koltuklardan birine oturduğunda, doktor da önce masasının üzerindeki sabit telefondan iki tane kahve sipariş etti, sonra Önder in karşısına geçip oturdu.

“Nasılsın, bugün ne yaptın?” diye sordu doktor, elindeki cep telefonunda parmaklarını gezdirerek. Kimsenin onların konuşmasını bölmemesi için telefonunu sessize alıyordu. Sonra telefonu masasının üzerine bırakarak Önder’e döndü.

“Gayet iyiyim, sen nasılsın?” diye karşılık verdi Önder. Uzun zamandır görüştüklerinden dolayı bir süredir birbirlerine senli benli hitap ediyorlardı. Genç kadın ellerini iki yana açarak gülümsemesini büyüttü.

“Çok iyiyim.” dedi ve sağ elini kaldırıp, Önder’in görebileceği bir şekilde tuttu. “Nişanlandım.”

“Ciddi misin?” diye sordu Önder, yapmacık bir şekilde gülümseyerek. “Senin adına çok sevindim. Ama onunla asla barışmayacağını söylemiştin.”

Önder bunu duyduğuna şaşırmıştı çünkü genç kadın, nişanlandığını söylediği adamın arkasından demediğini bırakmamıştı. Her türlü hakareti ve bedduayı etmişti. Şimdi de onunla nişanlandığını söylüyordu. Ama doktor ona karşılık verince daha da şaşırdı.

“Bu başka biri.”

“Başka biri mi?” diye sordu Önder, kaşlarını kaldırarak. “İyi ama ayrılalı daha iki ay oldu. Ne ara tanıştınız ne ara nişanlandınız?”

“Zaten tanışıyorduk. Diğer salaktan ayrıldıktan sonra görüşmeye başladık, sonra da nişanlandık.” Kadın başını öne eğildi ve tek taş yüzüğünü parmağına sokup çıkararak ekledi. “Bunu görmesini ya da duymasını çok isterdim. Neyi kaçırdığını görmesini...”

“Ne yani? ona inat olsun diye mi başka biriyle nişanlandın?”

“Hayır hayır, öyle bir şey değil. Ama yine de bilmesini isterdim.”

“Bilse ne olacak ki? Seni kıskanacağını, peşinden koşacağını ya da tekrar barışmak için sana yalvaracağını mı düşünüyorsun gerçekten?” diye sordu Önder. Genç kadın bu sözleri duyunca göz ucuyla ona baktı. Kaşları çatılmıştı. Bu bir öfke belirtisi miydi yoksa onun söylediklerini idrak etmeye mi çalışıyordu anlaşılmıyordu.

“Ne demek istiyorsun, ben bu kadar değersiz miyim?” diye çıkıştı kadın.

“Hayır. Demek istediğim, nişanlandığını umursayacak olsaydı zaten seni terk etmezdi. Hem de hastalarından biri için.”

Kadın bir süre daha ona baktıktan sonra derin bir iç çekti ve başını öne eğdi. Bir süre daha parmağındaki yüzüğüyle oynadıktan sonra geriye yaslandı. Ellerini koltuğun kenarlarına koyarak başını dikleştirdi.

“Günün nasıl geçti?” diye sordu, sakin bir tavırla. Sanki biraz önce konuştukları konu hiç konuşulmamış gibi normale dönmüştü.

“Güzel geçti.”

Doktor konuşmak için dudaklarını araladığı sırada kapı açıldı ve genç bir kız, üzerinde iki tnae fincan bulunan tepsiyle içeri girdi. Genç kız fincanları onların arasında duran sehpaya koyarken, doktor ona bakıp gülümsedi.

“Tatlım, sana kapıyı çalman gerektiğini kaç kere söylemem gerek?”

“Affedersiniz Reyhan Hanım, dalgınlığıma geldi.”

“Bir daha olmasın hayatım, çıkabilirsin.” dedi doktor. Genç kızı uyarırken takındığı tavır gayet samimiydi. Sinirlendiğinde öfkesini gizlemiyor, açıkça belli ediyordu. Karşısındakinin kim olduğu umurunda bile olmuyordu. Ama şu an sinirlenmemişti. Genç kızı gayet kibar bir şekilde uyarmıştı.

Genç kız odadan çıkıp kapıyı kapattığından, Reyhan tekrar Önder’e döndü.

“Dün gece rüya gördün mü? Ya da bir kâbus?” diye sordu. Aynı anda masasının üzerinden orta boy telli bir defter ve bir tükenmez kalem aldı. Bir süre sayfaları karıştırdıktan sonra, Önder için ayırdığı bölüme gelince durdu.

“Evet. Aslında bir kabus gördüm ama korkmadım. Sıradan bir şeymiş gibiydi.”

“Ne gördün?”

Önder geriye yaslandı ve koltuğa iyice gömülüp, ellerini karnın üzerinde birleştirdi.

“Söyleyeyim mi?” diye sordu, kaşlarını kaldırarak. Reyhan dudağını büktü ve gülümseyerek cevap verdi. Bu kez isteksiz gülümsemişti.

“Erotik bir şey değilse tabi ki...”

“Seni gördüm.” dedi Önder aniden. Reyhan’ın yüzündeki gülümsemenin yerini aniden tedirginlik aldı. Önder devam etti. “Hem de çok fena bir halde. Hiç uygun olmayan bir halde... O an gözlerimin önüne gelince seni...”

“Tamam.” diyerek, onun konuşmasını yarıda kesti Reyhan. İki elini göğüs hizasında kaldırarak gözlerini kapattı ve ekledi. “Bu kadar yeter. Sen benim hastamsın, ben de senin doktorunum Önder. Lütfen bana bir daha bu tür konuları açma.”

Önder sırıttı. Reyhan’ın ne demek istediğini anlamıştı ama Reyhan onun ne demek istediğini anlamamıştı.

“Sen neyden bahsediyorsun? daha cümlemin sonunu getirmedim ki...”

“Bu tür muhabbetlerin sonunu biliyorum Önder. Bana başka şeylerden bahset.”

Önder bir süre aval aval ona baktı. Hala sırıtıyordu. Sonra başını pencereye çevirdi ve derin bir nefes alıp tekrar Reyhan’a döndü.

“Seni o doktorların arsında gördüm diyecektim.”

Reyhan donup kaldı. Bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı. Sonra dudağını ısırarak gözlerini sıkı sıkı kapattı. Yanakları da kızarmaya başlamıştı. Önder’i yanlış anladığı ve hasta-doktor arasında olmaması gereken bu uygunsuz muhabbeti kendisi açtığı için epey utanmıştı.

“Yani hiç de uygun olmayan bir halde gördüm.” diyerek, konuşmasını sürdürdü Önder. “Her yerin kan içindeydi ve gözlerin yerinde yoktu. Acı içinde inliyordun. Yarım istiyordun. Profesör de tam karşında durmuş sana bakıyordu. Gerçekten korkunçtu ama dediğim gibi, hiç etkilenmedim.”

Reyhan başını çevirmiş, pencereden dışarı bakıyordu. Odanın manzarası, yalnızca arka tarafta bulunan binanın beton duvarları ve perdeleri kapalı birkaç pencereden ibaretti. İzleyecek pek bir şey yoktu. Sonra kucağında tuttuğu defterine döndü. Bu kez gülümsüyordu. Ama kendi aptallığına mı yoksa Önder’in gördüğü rüyaya mı gülüyordu belli değildi.

“İlginç bir rüyaymış. Demek profesör beni de esir almıştı.” diye mırıldandı.

“Evet. Bu kadar, başka bir şey hatırlamıyorum.”

“Peki son zamanlarda vücudunda herhangi bir darbe ya da yara izi gördün mü?”

“Hayır, görmedim. Dediğim gibi, yaklaşık üç aydır böyle bir şey hiç yaşamadım. Hakan amca da aynı şeyi söylüyor. Gece çok sık uyanıyor, evi dolaşıp yatıyor. Sonra sabah namazına kalkıyor ama beni hiç kendime zarar verirken ya da sayıklarken görmemiş.”

“Güzel, sevindim.” dedi Reyhan ve başını kaldırıp ona baktı. “Bu arada seni bir arkadaşımla tanıştırmak istiyorum. Adı Yetkin. Kendisi... Şey... Bir psikiyatrist. Bana kızma ve hemen ön yargılı olma Önder, sadece görüş ve biraz konuş. Sonrasına yine kendin karar verirsin, olur mu?”

Önder alaycı bir tavırla sırttı ve başını öne eğip, ona fark ettirmeden kol saatine baktı. Sonra yalandan bir telaşla ayağa fırladı.

“Benim Okan’ı almam gerekiyor. Bugün erken çıkacaktı, tamamen unuttum.”

Reyhan onu durdurmak için ayağa kalkarken, Önder onun konuşmasına fırsat vermeden odadan çıktı. Danışmaya ödemesini yapıp, binadan çıktı ve arabaya doğru ilerledi.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aden'in Rüyası (Bölüm 1)

Aden'in Rüyası (Bölüm 30)