Aden'in Rüyası (Bölüm 30)


Fırat, Melisa ve Önder yemek masasında oturmuş birbirlerine bakıyorlardı. Hakan amca, Okan ve Bora, birçok şeyden habersiz olduklarından, onlar yemeklerini yemekle meşguldü. Önder boraya bir şeyler hissettirmemek için çaba gösteriyordu ama çocuk ablasıyla aynı evde yaşadığından dolayı, birçok şeye şahit olmuştu. Olanlar da umurunda değildi ama daha fazlasını bilmiyordu. Halinden memnun olan tek kişi o gibi görünüyordu. Masada bir süre oturduktan sonra ayağa kalktı ve Fırat’a başıyla işaret yaptı. Fırat da sanki bu anı bekliyormuş gibi hemen ayağa kalktı. Onlar kapıya doğru ilerlerken Melisa da peşlerinden gitti. Verandaya çıkıp kapıyı kapattılar. Önder kapının üzerinde bulunan cılız ampulü açtıktan sonra bir sigara yaktı. O sırada Melisa yanına aldığı çantasın içinden ince bir dosya çıkarıp Önder’e uzattı. Önder sigarasını dudaklarının arasına sıkıştırıp, dosyaya göz atmak istedi. Dosya çok karmaşıktı, ayak üstü incelenecek belgeler değildi. O sırada Melisa açıklama yapmaya başladı.
“Senin dediğini yaptık, haklıymışsın. Daha önce benzer bir cinayet işlenmiş. Yaklaşık üç sene Önce.”
Önder cevap vermeden sigarasından derin bir nefes aldı. Melisa açıklama yapmaya devam etti.
“İstanbul’da... Ölen kişi yirmi dört yaşında bir kadınmış. Kadın öldürüldüğünde yeni doğum yapmış. Ayrıca bir fahişe.”
Önder başını kaldırıp dikkatle Melisa’ya baktı. Yeni doğum yapmış bir fahişenin ölümü ilginçti. Ama basit bir sebepten öldürülmüş de olabilirdi. Kadın göz önünde olan ve tanınan birinden hamile kalmış, bebeği gizlice doğurmuş ve bu olayın ortaya çıkmaması için bebeğin babası tarafından öldürülmüş olabilirdi. Üstelik bu kişi bir de zengin biriyse, ona elini bile sürmeden ortadan kaldırmış olabilirdi. Sonuçta ortada bir bebek vardı ve kadın babalık davasıyla hem kendi hayatını hem de bebeğin hayatını garantiye alabilirdi.
“Nasıl olmuş, detayların biliyor musun?” diye sordu Önder, merakla. Fırat ellerini cebine sokmuş, başını omuzlarının arasına gömmüş, dikkatle onları dinliyordu. Tüm bu bilgilere Melisa ulaşmıştı, bu yüzden Fırat’ın bu konu hakkında bilgisi yoktu.
“Aslında faili meçhul bir cinayet, fazla bir bilgi yok. Kadının çevresi, işinden dolayı epey genişmiş ama yine işinden dolayı hiç kimse konuşmak istememiş. Bir tek tanık ifadesi bile yok. Ayrıca cesette yabancı birinin DNA izlerine rastlanmış. Tuhaf bir şekilde izlerin kasıtlı olarak bırakıldığına inanıyorlarmış. Cesedin kollarında, suratında ve omuzlarında, çok geniş bir şekilde yayılmış. Yani katil tükürüğünü imza gibi kullanmış. Ama veri tabanında DNA iziyle eşleşen kimse bulunamamış. Yapılan testlerde sadece bir kadına ait olduğu tespit edilmiş.”
“Kadın mı?” diye, şaşkınlıkla sordu Fırat.
“Evet ama dediğim gibi, kim olduğu bilinmiyor. Kadını tanıyanlar da konuşmayınca dosya rafa kalkmış.”
Önder teorisini değiştirdi. Eşi tarafından aldatılan bir kadın ve o kadının kocasının bebeğini doğuran bir kurban... Kulağa gayet mantıklı geliyordu.
“Cinayet hakkında bilgi var mı, nasıl işlenmiş?”
Melisa yüzünü buruşturdu, iğrenmiş bir şekilde anlatmaya devam etti.
“Ceset bulunduğunda, fetüs kadının vajinasına kordon ile bağlıymış. Ya katil kurbanı doğum zamanı geldiğinde kaçırıp, doğum sırasında veya sonrasında öldürdü ya da kadın doğuma zorlandı. Bunu bilmiyorlar. Çünkü doğuma henüz on gün kadar bir süre varmış, iki ihtimal de olabilirmiş. Kadının kolları, bacakları ve kafası kesilmiş. Tüm parçaları birbirlerine yakın civarda, farklı bölgelere bırakılmış. Tüm bunlar yapılırken kadın hala hayattaymış. Mert’in ölümüyle arasında bir fark var. Onun parçaları kesilir kesilmez dağıtılmıştı ama bu kurbanın parçaları, yaklaşık olarak bir gün bekletilmiş. Sonra da kolay görünebilecek noktalara bırakılmış. Ha bir de Mert’in cesedinde bulunan ağaç kalıntıları vardı ya... Bu kurbanın boynunun kesildiği kısmında aynı ağacın parçasından bulunmuş. Bir kazık gibi oraya saplanıp bırakılmış. Fotoğraflarda o da var.”
Önder ile Fırat donup kaldı.
“İkinci bir fark da Mert’in cesedinde DNA izlerinin bulunmaması.” diyerek, araya girdi Fırat.
“Evet.” dedi Melisa. “Şimdilik elimizde sadece bu var ama Cansu hala araştırıyor, belki başka şehirlerden de bir şeyler çıkabilir.”
Önder yarıya gelen sigarasından derin bir nefes daha alıp, sigarasını karların içine fırlattı.
“Başka bir şey yok mu?” diye sordu, Melisa’ya dönerek. Aden’i suçlamak için çabaladıkça Aden temize çıkıyordu. Aden’in İstanbul’da yaşayan bir fahişeyle ne işi olabilirdi?
“Aslında önemli değil ama kurban bu zamanlarda öldürülmüş. Parçalar karların içinde bulunmuş.”
Önder bu benzerlik karşısında bir şaşkınlık daha yaşadı.
“Bu zamanlarda mı?”
“Evet. Özel olarak seçilen zamanda işlenen bir seri cinayet mi yoksa tamamen tesadüf mü orasını bilemeyiz.”
Önder’in aklına başka bir şey daha geldi. Belki basit bir detaydı ama araştırmaktan zarar gelmezdi.
“Şu ağaç parçasıyla ilgili ne biliyorsun?”
Melisa dudağını büktü.
“Kaynağının yurt dışında olduğunu biliyorum. Ülkemizde sadece özel seralarda yetişiyor. Aslında orta ve güney Amerika kökenli bir bitki.”
“Ülke içinde bu ağacı yetiştiren özel seraları araştırın, alıcıları araştırın. Ha bir de ithal edilenler hakkında bilgi toplayın. Nerelere dağıtılıyor, kimler satın alıyor... Bir de...”
“Tamam Önder.” diyerek onu susturdu Fırat, iki elini havaya kaldırarak. “Tüm bunlar ne kadar zaman alır biliyor musun?”
Önder dosyayı kaldırıp salladı.
“Bunun için de aynısını söylemiştiniz ama şu an elimde.”
“Aynı şey değil Önder. Emniyetin bir ağacın peşinde koşmaktan daha önemli işleri var.”
Önder onu duymazdan gelerek tekrar Melisa’ya döndü.
“İnterpol ile iletişime geçin, bakalım yurt dışında da buna benzer faili meçhul cinayet ilenmiş mi?”
Melisa şaşkınlıkla Fırat’a baktı. Fırat da bir süre onara baktıktan sonra, derin bir iç çekerek arkasını dönüp eve girdi.
“Önder... bütün bunlar biraz...”
“Biraz ne, abartı mı? Senden ülke genelinde araştırma yapmanı istediğimde de aynı şeyi söyledin ve bir vaka bulundu. Bunu yapmamı sen istedin Melisa, eğer istersen bu işi hemen şimdi bırakabilirim.” dedi Önder. Umursamaz gibi görünmeye çalışıyordu ama bu vaka iyice ilgisini çekmeye başlamıştı, bunun sonuna kadar gitmek istiyordu.
“Tamam, amirimle ve müdürümle konuşacağım, bakalım ne yapabiliriz. Gerçi bunların beni fikrim olmadığını hemen anlayacaklar, ondan şüphem yok. Biliyorsun, ben senin kadar detaycı değilim.”
“Haklı olabilirsin. Dosyayı inceleyeceğim ama görünüşe göre Aden ile bir bağlantı çıkmayacak.”
Melisa başını yana eğdi ve iç çekti.
“Sana katilin bir kadın olduğunu söylüyorum Önder.”
“Evet ama İstanbul’da bir fahişe olduğunu da söyledin. Aden’in bununla ne alakası olabilir kİ?”
“Ben nereden bileyim? araştıracağız.”
“Bana Aden’in bir resmi lazım, bulabilir misin?”
“Ne yapacaksın?”
“İstanbul’a gideceğim.”
“Ben cinayet masasından birkaç kişiyle görüştüm Önder, dosyadaki bilgilerden başak bir şey yok.”
“Belki polise konuşmak istemeyenler bana konuşabilir.”
Melisa bir süre durup, düşünceli bir şekilde ona baktı. Buna engel olamayacağını biliyordu. Sonuçta bunu o istemişti ve Önder bunu kendi yöntemleriyle çözmeye çalışıyordu.
“Dosyada kadının çalıştığı birkaç bölgenin tarifi ve evinin adresi var.” dedi isteksizce.
“Tamam, olmayanları da ben bulurum. Yarın Faruk amcadan bir haftalığına izin alacağım. Yola çıkınca haber veririm.”
Melisa bir süre daha ona baktıktan sonra arkasını dönüp içeri girdi. Artık gitme vakitleri geldiğinde, Önder onları şehre götürmek ve evlerine bırakmak için araca bindi. Ayrıca Bora’nın da ailesi gibi parmak izi vermesi gerektiğinden, onu da yanında götürdü. Fırat ile Melisa’yı evlerine bıraktıktan sonra Bora ile beraber emniyete doğru yola koyuldular. Yalnız kaldıklarında Önder bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, onu ürkütmeden soru bombardımanına tuttu.
“Ne zamandır buradasınız? Bu şehirde yani.”
Bora dudağını büktü. Fırat indikten sonra öne, Önder’in yanına oturmuştu. Dümdüz karşıya bakıyor, Önder ile konuşmamak için direniyordu.
“Ne bileyim, iki sene olmuştur.” diye cevapladı, isteksiz bir şekilde.
“Daha önce nerede yaşıyordunuz?”
“Ablamla ben İzmir’de doğup büyüdük. Sonra bir yıl İstanbul’da kaldık. Sonra da buraya taşındık işte.”
Önder kaşlarını çattı. Aden bir süre İstanbul’da yaşamıştı. Üstelik orada yaşadığı dönem, Melisa’nın bahsettiği cinayetin zamanıyla örtüşüyordu. Önder sakin olmaya çalışarak soru sormaya devam etti.
“Ben de İstanbul’da yaşadım, eskiden orada görev yapıyordum.”
“Hangi bölümdeydin?”
Önder onun ilgi alanına girmeye başladığını hissediyordu.
“Cinayet masası.”
“Cinayet masası mı?” diye sordu Bora, gözlerini kocaman açarak. Heyecanlandığı her halinden anlaşılıyordu. Önder gülümseyerek karşılık verdi.
“Evet, öyle. Burada da bir süre aynı bölümde görev yaptım.”
“Neden artık polis değilsin? Bence çok güzel bir iş, havalı.”
Önder gözünü yoldan ayırmadan cevapladı.
“Söz dinlemedim onlar da beni kovdular.” dedi, alaycı bir tavırla. Herkese anladığı dilden konuşması gerektiğini ona Melisa öğretmişti, bu gerçekten de işe yarıyordu. Önce karşısındakini ölçüp tartıyor, dilini anlamaya çalışıyor, sonra da onunla aynı dilden konuşuyordu. Gerçi Bora ile tanışmaları kötü olmuştu ama zamanlama hatası diyerek geçiştirmeyi tercih etti. Sonuçta o bir çocuktu.
“Polislikten atılmak için ne yapmış olabilirsin ki?” diye sordu Bora, ellerini iki yana açarak.
“Her mesleğin belli sınırları ve kuralları vardır. Bazen hakimler bile işlerinden kovulabilir.”
Bora kaşlarını kaldırmış, ilgiyle Önder’i dinliyordu.
“Hayatında hiç ceset gördün mü?” diye sordu merakla.
“Ceset mi?” Önder bir süre durdu, ona nasıl cevap vermesi gerektiğini düşündü. Küçük bir çocuğa bir sürü parçalanmış ceset gördüğünü söyleyemezdi ama üstü kapalı olarak dürüst olmaya karar verdi.
“Evet, işim gereği görüm elbette. Sonuçta cinayetleri çözüyordum.”
“Nasıllardı? Gördüğün cesetler yani... Sıradan silahla vurulmuş insanlar mıydı yoksa daha mı fenaydı?”
“Bu nasıl bir soru? ceset cesettir. Bunlar senin yaşına uygun konular değil.”
“Sen beni çocuk mu sanıyorsun? Ben ne cesetler gördüm, senin haberin yok.”
“O tür filmleri izlememelisin, daha küçüksün.”
“Filmlerde görmedim ki, gerçek ceset gördüm. Ablamda bir sürü fotoğraflar vardı.”
Önder bunu duyunca aniden ona döndü, bir kavşağın tam ortasındaydı ve kısa bir an direksiyon hakimiyetini kaybetti. Eller titremeye başlamıştı. Bu şekilde devam edemeyeceğini anlayınca aracı emniyet şeridine çekti ve bir süre durup, Bora’nın biraz önce söylediği cümleyi kafasında evirip çevirdi.
“Ne yapıyorsun? Bizi öldürecektin!” diye söylendi Bora.
Önder suratının bembeyaz olduğunu hissedebiliyordu. Midesi yanmaya başlamıştı. Şaşkınlıkla Bora’ya döndü.
“Ablanda ceset fotoğrafları mı vardı?” diye sordu, buz gibi bir sesle.
“Evet, ne olmuş?”
Önder onu ürkütmeden ağzından laf alabilmek için olabildiğince sakin kalmaya, kelimelerini dikkatli seçmeye çalıştı. Ama bu konuda pek de başarılı değildi.
“O fotoğrafları nereden buldu? İnternetten mi çıkardı yoksa kendisi mi çekti?”
Bora ellerini iki yana açarak dudağını büktü.
“Ona birisi gönderiyordu. Yani gönderiyormuş, öyle söyledi.”
“Bana bunu biraz daha açar mısın?” diye sordu Önder, öfkesini gözlemeye çalışarak. Bora bir süre şaşkınlıkla Önder’e baktıktan sonra, isteksizce anlatmaya başladı.
“Ablama o fotoğrafları birisi gönderiyordu. Bir keresinde tesadüfen paketi ben açtım ve içindekileri gördüm. Ablama sorduğumda bunun aramızda kalmasını söyledi. Birileri onunla alay ediyormuş. Ben de bütün fotoğrafları bana gösterirse kimseye söylemeyeceğime söz verdim, o da gösterdi.”
“Peki kaç tane ceset fotoğrafı gördün? Yani hepsi tek bir cesede mi aitti yoksa farklı cesetler miydi?”
“Farklıydı. Ben sadece altı tane gördüm. Bana sadece o kadar olduğunu söyledi ama daha fazlası olduğuna eminim, beni kandırdı.”
“Peki o fotoğrafları kimin gönderdiğini biliyor musun? Sana bundan hiç söz etti mi?”
“Hayır, o da bilmediğini söyledi. Bir süre sonra annemle babam bulmasınlar diye hepsini yakıp yok etti zaten.”
Önder gözlerini aracın farlarının aydınlattığı yola dikti. Kafası allak bullak olmuştu. Mert’in ölümüyle benzer bir cinayet işlendiği daha ortaya çıkmıştı ve bununla beraber Aden’in kısa bir süre de olsa İstanbul’da yaşadığını, ayrıca kim olduğu bilinmeyen biri tarafından ceset fotoğrafları aldığını öğrenmişti. O fotoğrafları gönderen kişi muhtemelen cinayetleri işleyen kişiydi. Bu da o kişinin Aden olmadığını gösterebilirdi. Başka bir ihtimal daha vardı. Aden bu cinayetleri işlemiş ve işin içinden sıyrılmak için cesetlerin fotoğraflarını çekmiş, sonra da sanki başkasından gelmiş gibi kendi kendine göndermiş olabilirdi. Kardeşini de bir şekilde bu olaya şahit yapmış ve fotoğrafların bilinmeyen biri tarafından geldiğini bilmesini sağlamıştı. Önder telefonuna sarıldı ve Fırat’ı aradı, telefon iki kere çalmanın ardından açıldı.
“Daha yeni...”
“Beni dinle! hemen emniyeti ara, Aden’i bırakmasınlar.” dedi Önder, heyecanla.
“Dur, sakin ol. Ne oldu?”
“Sana dediğimi yap. Hemen birilerini ara, Aden’i tutsunlar.”
“İyi ama yarın sabah...”
Önder onun sözünü kesti.
“Sana ne diyorsam onu yap. Yeni bir bilgi öğrendim, çok önemli! Sen de hemen emniyete gel.”
Önder telefonu kapattı. Bir süre telefon ekranına bakarak ne yapacağını düşündü. Bora son sözlerini söylediğine pişman olmuş gibi merakla Önder’e bakıyordu. Şimdi ne yapacaktı? Bora’yı emniyette nasıl sorguya aldıracaktı? Ayrıca bu küçük çocuk ablasını korumak için biraz önce ona söylediklerini anlatmaktan vazgeçerse ne olacaktı? Tüm bunları hiç düşünmeden, bir anlık kararla yapmıştı ama şimdi her şey karmaşık bir hale gelmişti. Gözünün yanıyla Bora’ya baktı ve onu nasıl ikna edeceğini düşündü.
“Neler oluyor? neden ablamı tutmalarını söyledin? sen polis değilsin ki...” diye söylendi Bora, öfkeyle. Son konuşmaları gerçekleşmeden önce araları düzelmeye başlıyordu, ama Önder yine aralarını bozmayı başarmıştı. Zaten amacı buydu, ona arkadaş gibi samimi davranarak azından laf almaktı ve almıştı. Hem de çok önemli bir bilgi almıştı. Bora bir daha ona asla güvenmeyecekti.
“Şimdi senden bir şey isteyeceğim.” diyerek, onu kandırmaya çalıştı Önder. Küçük bir çocuğu aldatmaktan utanç duyuyordu ama ortada bundan daha önemli bir olay vardı. “Emniyete gittiğimizde biraz önce bana anlattıklarını polislere de anlatır mısın?”
“Ne? Benden ablamı suçlanmamı mı istiyorsun?”
“Hayır tabi ki... Eğer bunları anlatırsan polisler bu olayı detaylı inceler ve ablanın suçsuzluğu kanıtlanır.”
Önder merakla Bora’nın ne söyleyeceğini beklerken çocuk başını öne eğmiş, ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Önder karşısında kafası son derece karışık ve ne yapması gerektiğine karar veremeyen bir çocuk görüyordu. Bazı kararları kendisi alacak kadar aklı başında bir çocuk değildi. Bir süre bekledikten sonra Önder’e baktı ve istemeden de olsa kabul etti.
“Tamam, yapacağım ama ablam serbest kalacak, öyle değil mi?”
“Evet, tabi ki... Şu an ablanı kurtarmak için uğraşıyoruz.” diyerek, yalanına devam etti Önder. Yine de Bora’nın ifade vermesi için veli iznine ihtiyaçları olacaktı. Ailesinin bu izni vermelerini umuyordu. Belki bu konudan haberleri bile yoktu ama onlarda kızlarını tedavi ettirmek, kurtarmak istiyorlardı. Önder heyecanla emniyete doğru yola devam etti. Aracını binaya yakın bir yere park edip, Bora ile beraber binaya doğru ilerledi. Binanın ana girişine geldiğinde, Fırat’ın onları kapının önünde beklediğini gördü. Anlaşılan herkesten önce konunun ne olduğunu öğrenmek ve doğru hareket edebilmek için konuya hakim olmak istiyordu.
“Neler oluyor?” diye sorudu, merakla. Soğuktan titriyordu, ellerini cebine sokmuş, başını omuzlarının arasına gömmüştü. Fırat kolay kolay üşümezdi ama akşam saatlerinde sıcaklık daha çok düştüğünden, bu soğuk onu da etkiliyordu.
Önder, Bora’nın kolundan çekiştirerek Fırat’ın tam karşısına getirdi.
“Bora’nın size anlatacakları var, resmi ifadesini alın.”
“Ne anlatacakmış?”
Önder kısa bir süre çocuğa baktıktan sonra tekrar Fırat’a döndü.
“Aden ile ilgili önemli bir şey anlatacak, ablasında önemli şeyler görmüş.” dedi Önder ve ona biraz daha yaklaşıp, etrafta dolanan insanların duymaması için kısık sesle ekledi. “Ceset fotoğrafları... Aden’in elinde ceset fotoğrafları varmış. Birisi kargo ile göndermiş.”
Önder geri çekildiğinde, Fırat’ın dehşet içindeki suratıyla karşılaştı. Bir süre ne söyleyeceğini bilmediğinden o şekilde bekledi. Sonra Önder’e yaklaşarak, onula aynı ses tonuyla sordu.
“Bunu nereden öğrendin, kesin bir bilgi mi?” diye sordu merakla.
Önder, Bora’ya kaçamak bir bakış attı. Çocuk tedirgin bir şekilde bir Fırat’a bir Önder’e bakıyordu. Annesiyle babasının bu yaptığının hesabını soracağından mı yoksa polis ile ciddi bir iş birliği yapacağından mı bilinmez ama korkuyordu.
“Bana o anlattı, kendisi görmüş.”
Fırat bir süre dikkatle Bora’yı inceledikten sonra tekrar Önder’e döndü.
“İfadesini alırız ama bu ne kadar geçerli olur bilemem. Somut bir kanıt yok, fotoğrafları bulmamız gerek.”
Bora araya girdi.
“Ablam onları yaktı.”
Fırat, düşünceli bir şekilde Bora’ya baktıktan sonra tekrar Öndere döndü.
“Tamam. Önce ifadesini, sonra da parmak izini alıp bırakırız. Annesiyle babası hala buradaymış. Ayrıca Aden’i burada en fazla sabaha kadar tutabileceğiz. Sabah önce savcıya ifade verecek, sonra mahkemeye çıkacak.”
Önder ona biraz daha yaklaştı.
“Çocuk fotoğrafların kargoyla geldiğini söylüyor, bunu araştırmanız gerek. Tüm kargo firmalarını... Hangi tarihte, nereden, kim tarafından gönderilmiş...”
Fırat onun sözünü kesti.
“Saat gecenin on biri Önder, şu an yapabileceğim bir şey yok. Ayrıca tüm bu araştırmalar günler sürebilir, o süre içinde Aden buradan çoktan gitmiş olur.”
“O halde savcılığa yazı gönderin.”
“Önder...” dedi Fırat ve iki elini kaldırarak, susması için işaret yaptı. “Elimden geleni yapacağım ama yapamayacaklarımı da biliyorsun.”
“Ama...”
“Bora ile ilgileneceğim, sen eve git.”
Fırat, Bora ile arkasını dönüp içeri girmek üzereyken Önder’in aklına son bir şey geldi.
“Bekle... Annesiyle ve babasıyla konuş, onu hastaneye yatırmak için izin verirlerse mahkeme kararıyla yatırabilirler. En azından bir süre onunla rahatça görüşebiliriz.”
Fırat düşünceli gözlerle ona baktıktan sonra, başını ağır ağır salladı.
“Tamam, konuşacağım ama yine de mahkeme ne karar verir orasını bilemem. Sana yarın haber veririm.”
İçeri girmek için tekrar arkalarını döndüklerinde, Önder bu kez sadece arkalarından bakmakla yetindi. Bunca zaman bu bilgi neden hiç ortaya çıkmamıştı? Çünkü ailesini hiçbir zaman sorgulamamışlardı, sadece Aden’i sorgulamışlardı. Üstelik Bora, ablası her göz altına alındığında Hakan amcanın evindeydi. Ayrıca Bora’yı bu ifadeyi vermesi için ikna etmeye çalışmak zorunda kalmıştı, direk sorguya alınmış olsaydı bunu asla anlatmayabilirdi. Belki aklına bile gelmezdi çünkü bunu tamamen önemsiz ve sıradan bir olay gibi anlatmıştı. Bu onun için hiçbiri şey ifade etmiyordu. Her zaman gayet rahat ve umursamazdı. Ama artık işin ciddiyetini anlamış olmalıydı. Sorgu sırasında ona anlattıklarının aynısını, hiçbir şeyi değiştirmeden anlatmasını umuyordu. Burada durup beklemenin ona hiçbir yararı olmayacağını anladı, eve dönmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Köyde telefon da çekmiyordu. Bu yüzden yarın sabaha kadar içi içini yiyerek Fırat’tan haber bekleyecek, belki de uyuyamayacaktı. Aden’in hapse değil, hastaneye tıkılmasını umuyordu çünkü bu birçok gizli olayı açığa çıkarabilirdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aden'in Rüyası (Bölüm 1)

Aden'in Rüyası (Bölüm 2)