Aden'in Rüyası (Bölüm 6)
Hava zifiri karanlıktı. Sabahın bu saatlerinde dışarısı çok soğuk oluyordu. Şu an sıcaklı -5 dereceyi gösteriyordu. Eskiden bu saatlerde uyanmak ve dışarı çıkmak ona tam bir işkence gibi geliyordu. Üstelik burada sadece bir ilk bahar, bir yaz ve bir son bahar geçirmişti. O zamanlar hava bu kadar soğuk değildi. Burada geçirdiği ilk kışıydı. Buna alışması epey zaman almıştı. Gerçi tam anlamıyla alışmış sayılmazdı, hala zorlanıyordu. Üzerini sıkı sıkı giyinip mutfakta bulunan arka kapıya gitti. Kapının yanında bulunan düğmeyi açarak kümesin ışıklarını yaktı ve kapının önünde duran kümes ayakkabılarını giydi. Sonra kapının kilidini açıp kapıyı araladı ve kümese girdi. Tavuklar uyanmışlardı ama hala yerlerinde yatıyorlardı. İki horoz ise oradan oraya dolanıyor, tavukları dürtükleyip duruyorlardı. Muhtemelen yumurtlamışlardı, aksi halde bu şekilde yerlerinde durmazlardı, onlar tembel hayvan değillerdi. Önder tavuklardan birinin yanına yaklaşıp, iki eliyle nazik bir şekilde kavradı ve yukarı kaldırdı. Altında dört tane yumurta vardı. Yumurtalara bakarken tavuk onu gagalamaya başladı. Bu darbe dalgınlığına gelmişti, bu yüzden can havliyle iki elini açıp tavuğu bıraktı. Hayvan kanatlarını çırparak önce yere süzüldü ardından tekrar yerine geçip kuluçkaya yattı. Hayvanlar ona hala alışamamışlardı, bu yüzünden ona karşı hala saldırganlardı. Önder kümesin dibinde duran çuvallardan birini açıp hayvanların yem kaplarını doldurdu. Sonra mutfaktan bir kova su alıp geri döndü ve su kaplarını doldurdu. Son olarak kümesin bahçeye açılan kapısını açıp, onlar için etrafını çitlerle çevirdiği küçük bahçeye yem serpti. Buradaki işini hallettikten sonra ahıra gitti. Oradaki hayvanların da yemlerini verip su içtikleri kovaları doldurduktan sonra, son olarak sebze bahçesini suladı ve içeri girip kendisine güzel bir kahve hazırladı. Dışarıda hareket ettiğinden dolayı ısınmaya başlamıştı ama elleri ve suratı neredeyse buz tutmuştu. Kahve kupasını iki eliyle kavrayarak küçük küçük yudumladı, sonra bir sigara yaktı. Evin tüm pencereleri kapalıydı ama bu önemli değildi. Evdeki herkes sigara içiyordu, bu yüzden hiçbir için sorun olmuyordu. Mutfak masasında kahve ve sigara keyfi yaparken, Okan’ın uyuşuk sesini duydu. Mutfak kapısının önünde esneyip geriniyor, ayılmaya çalışıyordu. Okan ona bir süre baktıktan sonra göbeğini kaşıyarak banyoya gitti. Sonra oturma odasındaki sobayı yakıp hazırlandı ve beraber evden çıktılar. Önder önce onu fabrikaya bıraktı sonra kampüse gitti. Arabayı park edip içeri girdi ve iş başına geçti. Kantinci Faruk, onu görür görmez sırada bekleyen diğer öğrencilerin siparişlerini tek tek sıraladı ve hazırlamasını söyledi. Önder siparişleri hazırlarken sordu.
“Neden bu saatte buradalar?”
“Bugün günlerden cuma, ek ders var.” dedi yaşlı adam, göz ucuyla ona bakarak. “Aklın nerede oğlum, günleri mi karıştırdın?”
Önder tost makinasına içi malzeme dolu iki ekmeği koyarken cevapladı.
“Bir şeyim yok, sadece unutmuşum.” Aslında kafası tıklım tıklım doluydu. Nadiren rahat oluyordu. Hiç ummadığı anlarda, alakasız zamanlarda eski yaşadığı kötü şeyler aklına geliyor, her şey bir film şeridi gibi gözünün önünde geçiyor, onu bir güzel huzursuz ettikten sonra da yine kendi kendine kayboluyordu. Her şeye yavaş yavaş alışıyordu ama tüm o korkunç şeyleri bir türlü unutamıyor, artık onların hayatında var olmamasına alışamıyordu. Artık polis olmadığı için gayet huzurlu ve sakin bir hayatı vardı, ama bunu bir türlü kabullenemiyordu. Başka bir iş yaparak tüm o kaostan uzak durursa mutlu olacağını düşünmüştü ama hiç de düşündüğü gibi olmamıştı. Her şey değişmişti ama Önder’in duyguları, düşünceleri ve zihni hala olduğu gibi duruyordu. Makinadan çıkarıp tostları tezgâhın arkasında duran gençlere vermek için hazırlarken, gençlerin kendi aralarında konuşmalarını duydu.
“Mert neden gelmedi acaba? telefonu da kapalı.”
“Dün en son o kaltakla görüşmeye gitti. Ondan sonra ben de hiç görüşmedim.”
“Belki o nerede olduğunu biliyordur. Arasana...”
“Ben onunla muhatap olmam, istiyorsan sen ara.”
Bu gençler sipariş ücretini 10 TL eksik ödeyen, üstüne bir de Önder’den 10 TL isteyen zibidinin yanındaki çocuklardı. Görünüşe göre arkadaşları okula gelmemiş ve onlara hiçbir şey söylememişti. Onları adam yerine koymaması da onların canını sıkmış olmalıydı. Önder, ben olsam öyle bir aptal ile arkadaşlık etmem diye geçirdi içinden. Bir aptalla oturursan ikinci aptal sen olursun, diye boşuna söylenmemişti. Gerçi herkes kendisi gibi olan insanları hayatına çeker ve onlarla arkadaşlık kurardı. Bu tipteki sokak serserilerinden ne beklenirdi ki? onları kim aralarına alıp arkadaşlık kurardı? Hepsi birbirini bulmuştu. Önder burada onlar gibi olan çocuklara verilen eğitime, yapılan masrafa ve harcanan çabaya acıyordu.
Bu gençlerden hiçbir şey olmazdı. Kendilerini düzeltme çabasında bile değillerdi. Önlerine gelene sataşıyorlar, kibarlık yapanı zayıf sanıyorlar, iyilik yapanı ise bir ezik gibi görüyorlardı. Önder bu tipleri çok görmüştü. Muhtemelen ailelerinin zoruyla, sırf diploma için okuyan bir avuç işe yaramazdılar.
Önder tostların yanına birer tane de kutu kola ekleyerek tezgâhın üzerine koydu ve gençlerin almalarına engel olmak için siparişlerin üzerini elleriyle kapattı.
“Hepsi toplam 120 TL tutuyor, önce parayı alayım.” dedi Önder.
Gençler birkaç saniye birbirlerine bakarak sırıttılar, sonra tekrar Önder’e döndüler.
“Herif Mert’in yüzünden paranoyak olmuş, baksana.” dedi, kıvırcık saçlı olan genç. Diğeri araya girdi.
“Paranı vereceğiz, merak etme.” Tezgâhın üzerindeki siparişlere uzanıp, Önder’in ellerini sert bir şekilde kenara çekti ve yiyecekleri aldı. “Çek şu pis ellerini yemeklerimizden!” diye ekledi.
Gençler siparişlerini alıp paralarını eksiksiz bir şekilde ödediler. Oradan ayrılmak için arkalarını döndükleri sırada Önder onları durdurdu.
“Tadına baksaydınız... Bu kez malzemeleri bol koydum, beğenirseniz bundan sonra böyle yaparım.”
Gençler durup arkalarını döndüler ve alaycı bir tavırla Önder’e baktılar. Sonra ikisi de sırıtarak tostlarından birer ısırık aldılar. Onlar ağızlarındaki lokmaları çiğnerken, Önder bir şey hatırlamış gibi elini alnına götürüp gözlerini kıstı.
“Tüh... Çişimi yaptıktan sonra ellerimi yıkamayı unutmuşum, şimdi aklıma geldi.”
Gençler aniden donup kaldılar, lokmalar hala ağızlarındaydı ve bir süre hiç hareket etmeden o şekilde kala kaldılar. Sonra ikisi de aynı anda ağızlarındaki lokmaları tükürüp, ellerindeki tostları ve kolaları Önder’e fırlattılar. Ardından küfürler savurarak, koşar adımlarla ona yaklaşıp tezgâhın üzerine çıkmaya çalıştılar.
“Orospu çocuğu... Pislik... Sen şimdi göreceksin! Orospu çocuğu...”
Önder onlardan birini itip tezgâhın üzerinden aşağı indirmeye çalışırken, Faruk’ta koşarak Önder’in yardımına geldi ve tezgâhın arkasına geçen genci belinden tutarak, onu zapt etmeye çalıştı.
“Durun çocuklar, ne yapıyorsunuz? neler oluyor burada?” diye bağırdı, aynı anda. Önder’de bir yandan bağırarak yardım istiyordu.
“Güvenlik... Güvenlik, yetişin! Bize saldırıyorlar...”
Önder normal şartlarda ikisiyle de tek başına baş edebilirdi. Ama şu an onlara elini bile süremezdi. Çünkü öğrenciydiler ve kamera ilk önce onların Önder’e saldırdığını kaydetmişti. Önder’de haksız duruma düşmemek için onlara karşı yenilmeyi kabullenmişti. Ne de olsa kameralar sesleri kaydetmiyordu ve etrafta onları duyacak kimse yoktu. Gençler Önder’e neden saldırdıkları sorulduğunda Önder’in onlara söylediği şeyi söyleseler bile, onlara kolay kolay inanmazlardı. Sonuçta Önder’e saldırmışlardı. İki güvenlik görevlisi koşarak kantine girdi ve gençleri alıp, yaka paça yemekhaneden çıkardılar. Hala Önder’e hakaret ediyorlar, tehditler yağdırıyorlardı. Kantindeki tüm gençler durmuş onları seyrediyordu. Herkes bu hakaretlere ve tehditlere şahit olmuştu. İki gencin sesleri uzaklaşırken ve ortalık sakinleşirken, Önder’de üstünü başını düzeltiyordu. Faruk onun iyi olup olmadığını kontrol ettikten sonra, tezgâhın arkasında sırada bekleyen öğrencilerin siparişlerini hazırlamaya başladı. Önder’de ona yardım etmek için hazırlanırken sıranın en arkasında tanıdık bir yüz gördü. Onu görünce gülümsedi ve yanına gelmesi için eliyle işaret yaptı. Fırat gelmişti. Fırat, öğrencilerin arasından geçerek tezgâha yaklaştı ve kollarını tezgâhın üzerine koyarak sordu.
“O neydi öyle, kavga mı çıktı?”
“Bana saldırdılar. Serseriler işte...” dedi Önder, sırıtarak. Fırat kaşlarını kaldırıp merakla sordu.
“Ne yaptın da saldırdılar?”
“Hiç.” dedi Önder, hala sırıtıyordu. Asıl amacı, ellerinin kirli olduğunu söyledikleri için onları biraz kızdırmaktı hepsi bu. Onların bu kadar ileri gideceklerini hiç tahmin etmemişti. Gençler kola kutularını fırlattığında biraz tedirgin olmuştu, ama kutular arka tarafa uçtuğunda rahatlamıştı. Kimseyle tartışmak veya kavga etmek istemiyordu. Ama o zibidiler güzel bir cezayı hak ediyorlardı.
“İşler nasıl gidiyor?” diye sordu Fırat.
“Gördüğün gibi.” dedi Önder. Sırada bekleyen birkaç gencin siparişlerini verip paraları aldıktan sonra sordu. “Sizin orada nasıl gidiyor?”
“Bildiğin şeyler işte. Bir kundaklama vakası var, şu an onunla ilgileniyoruz. Basit bir şey aslında, ne olduğu belli ama yine de resmi soruşturma yapmak gerek.”
“Cinayet masasının kundaklamayla ne alakası var ki?”
“Bizim müdürün kızının oturduğu binadaki dairelerden biri yanmış. O yüzden bizi görevlendirdi. Duymadın mı? Haberlere bile çıktı.”
“Televizyon çalışmıyor, yangın nerede çıkmış?”
“ÇAM sitesinde. Altıncı blogda çıkmış.”
Bu isim Önder’e hiç yabancı gelmemişti. Biraz önce ona saldıran serserilerle, daha önce onların yanında olan başka bir genç bu olaydan bahsetmişti. Bugün okula gelmeyen zibidinin, KALTAK diye hitap ettiği bir kızın evi yanmıştı. Demek aynı olaydı.
“Tesadüfe bak. Yanan ev, biraz önce buradan çıkarılan gençlerin bir arkadaşlarının evi. Neyden şüpheleniyorsunuz?” diye, merakla sordu Önder. Fırat bunları duyunca ona biraz daha yaklaştı.
“Kız yangının kaza sonucu çıktığını söylemiş ama incelemelerde evin kundaklandığı ortaya çıkmış. Bana kalırsa kız şüpheli.”
“Neden?”
“Yangının salondaki şamdanlardan çıktığını söylemiş. Gece saat üçte. Evde herkes uyuyormuş, yangını o söndürmeye çalışmış. Yapamayınca da evdekileri uyandırmış. Memur ona gecenin o saatinde şamdanların neden yandığını sorunca cevap verememiş. Ayrıca sigorta şirketinde kundaklamanın ortaya çıktığını ve para alamayacaklarını öğrenince ortalığı birbirine katmış. Kesin o kızdan bir şey çıkacak.”
Önder bir yandan tos makinasındaki ekmeklerin kızarmasını bekliyor, diğer yandan da dikkatle Fırat’ı dinliyordu. Fırat onun cevap vermediğini fark edince ekledi. “Kız bu okulda okuyormuş.”
Önder aniden irkildi. Başını çevirip, şaşkın bir şekilde ona baktı.
“Burada mı okuyor?”
“Evet, Aden EREZ. Sen tanıyor musun?”
“Sadece adını duydum, kesin görmüşümdür ama tanımıyorum.”
Fırat yanına yaklaşması için eliyle işaret yaptı. Önder elini tost makinasından çekerek ona yaklaştı, önemli bir şeyler söyleyeceği belliydi.
“Kız buraya gelirse onunla konuşur musun?” diye sordu Fırat.
“Tanımadığım kızla ne konuşacağım ki?”
“Sonradan muhabbet etmeye başlarsın, bir süre sonra da yangın konusunu açarsın. Arkadaş gibi yaklaşıp güvenini kazanırsan belki sana bir şeyler söyleyebilir.”
Önder bunu duyunca geri çekilerek Fırat’a daha dikkatli baktı, onun ciddi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ciddi olduğunu anladığından ise umursamaz bir tavır takınarak arkasını döndü ve içinde hala ekmeklerin bulunduğu tost makinasının kapağını kaldırıp ekmekleri çıkardı. Fırat ciddiydi ama Önder onun bu söylediğini hiç ciddiye almamıştı.
“Ne dersin, yapacak mısın?” diye sordu Fırat. Önder ona bakmadan cevapladı.
“Hayır tabi ki, bunu neden yapayım?”
“Belli ki bir yardımın dokunur. Sen itiraf almakta, insanların hareket ve tavırlarından ne yapmaya çalıştıklarını anlamakta ustasın.”
Önder onu duymazdan gelerek sırada bekleyen öğrencilerin siparişlerini uzattı. Fırat’ta gözleriyle onu takip ediyordu ama Önder ona bakmıyordu.
“İşim var. Yoğunum, görüyorsun.” dedi Önder, Fırat’ın ısrarcı olduğunu anlayınca.
“Sadece konuşacaksın o kadar, sana git araştırma yap demiyorum ki.”
Önder ellerini tezgahız üzerine koyarak ona doğru yaklaştı ve derin bir nefes alıp gözlerini devirdi.
“Bunu asla yapmayacağımı biliyorsun Fırat. Ben polis değilim, bir kantinciyim. Suçluları bulmak senin görevin. Benim görevim ise tost yapmak.”
“Bu istediğim şeyin polislikle bir alakası yok ki. Sadece tanıklık gibi bir şey yapacaksın ya da şahitlik... bir nevi kamu görevi sayılır.” Fırat alaycı bir tavırla sırıttı ama Önder onu umursamadan işine geri döndü.
“Bunu yapmayacağım. Bu konuyu kapat.” dedi net bir şekilde.
Fırat orada durup bir süre Önderi seyretti. Onun ciddi olduğunu anlamıştı ve bir şeyi yapmayacağını söylerse, asla yapmayacağını çok iyi biliyordu. Haklı olarak artık bu tür işlerden uzak duruyordu. Hayatında sıkıntı, stres ve kargaşa istemiyordu. Fırat onu ikna etmek için daha fazla uğraşmadı. O arkasını dönüp oradan uzaklaşırken, Önder’de işine devam etti. Onu kırmak istemiyordu ama birileri kırılmasın diye istemediği şeyleri yaparak başını ağrıtamazdı.
Yorumlar
Yorum Gönder