Aden'in Rüyası (Bölüm 13)
“Gittim diyorum, anlamıyor musun anne?” diye bağırdı Aden, ama annesini bu yalana bir türlü inandıramıyordu.
“Sen o küçük beyninle ancak kendin gibileri kandırırsın Aden! sen beni aptal mı sanıyorsun? Tanrı’nın cezası... Sokaklarda sürünmek istemiyorsan defol okuluna git.”
“Tanrı senin gibi bir anneyle asıl beni cezalandırıyor.” dedi Aden, dişlerini sıkarak. Sonra hızla babasının içinde beklediği aracın ön yolcu koltuğuna bindi. Babası çaresizce annesi ile bakışıyordu. Aden onun dikkatini dağıttı.
“Gitmiyor muyuz?”
Babası ona dönüp kaçamak bir bakış attı ve gaza basarak oradan uzaklaştı. Babası her zaman arada kalıyordu. Aden’i de seviyordu karısını da... Onların arasında nasıl tercih yapabilirdi ki? Ama Aden annesiyle her kavga ettiğinde babasını annesine karşı doldurmaya, onu annesinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Hatta bir keresinde babasına, eğer annesinden boşanmazsa evden gideceğini söylemiş ama babası ona haddini bilmesi gerektiğini, aksi halde onu kendisinin evden atacağını söylemişti. Aden bu olaydan sonra babasını annesinden boşanması için tehdit etmemişti. Ama ondan uzaklaştırmak için annesinin yapmadığı şeyleri yapmış gibi anlatarak babasını annesinden soğutmaya çalışmıştı, ama bu da bir işe yaramamıştı. Babası onun kafasının nasıl çalıştığını, ne yapamaya çalıştığını artık anladığından dolayı onu çoğu zaman ciddiye bile almıyor, ona inanmıyordu. Sadece karşısında yaşanan ve kendi gözüyle gördüğü şeylere bakıyor, ona göre kararlar vererek onarı barıştırmaya çalışıyordu hepsi bu. Son iki yıl içinde Aden’deki değişikleri o da fark etmişti. Aden artık annesiyle kavga ettiğinde, babası o kavgaların neredeyse tamamında karısını haklı buluyordu. Çünkü Aden’in aklında sorunlar olduğunu anlamıştı. Onu bir psikoloğa bile götürmeye çalışmışlardı ama Aden bunu hiçbir zaman kabul etmemişti. Aden herkesin gözünde bir akıl hastasıydı ama kendisine göre değildi. O sadece kendisini kötü şeylerden korumak için rüyalarında gördüğü şeyleri gerçekleştiriyordu, ama bunu hiç kimseye söyleyemiyordu. Bunu kendisinden ve defterinden başka kimse bilmediğinden, herkes onun tüm yaptıklarını zevk için yaptığını sanıyor, bu yüzden kavgalar çıkıyordu. Aden yakın zamanda rüyalarında gördüklerini yapsa da yapmasa da kötü şeyler yaşadığını anlamaya başlamıştı. Bu yüzden arada kalmıştı. Tüm bunlara devam etmeli miydi yoksa bunun bir saçmalık olduğuna karar verip, bunu yapmayı bırakmalı mıydı? rüyalarını uygulamadığı zamanlar başına gelenler, uyguladığında gelenlerden çok daha korkunç şeylerdi. Kendini böyle şartlamış, böyle inandırmıştı.Bu yüzden artık çok geçti, yapacak hiçbir şey yoktu. Dün Mert’in arkadaşlarından korktuğundan dolayı okula gitmemiş ama onlara yine de yakalanmıştı. Hatta okula gitmediğini babasının anlamaması için siparişlerini topluca ödemişti. Babası bunu annesinin yanında sormuştu. Aden arkadaşlarıyla beraber gittiklerini ve hesabı kendisinin ödediğini söylemişti, babası biraz inanmış gibi görünse de annesi buna asla inanmamıştı. Sonuçta o bir ceza avukatıydı. Hayatı suçlular ve yalancılarla geçiyordu. BU yüzdene onun yalan söylediğini hemen anlamıştı. Bu kez okula gidip gitmediğinden emin olmak için babasına, okul çıkışında bunu kontrol etmesini söylemişti. Bu kez bir kaçışı yoktu. Gerçi kaçmasına da gerek yoktu. O iki salak Aden ile anlaşma yaparak ortak olmuşlardı. Oysa ki Aden bu anlaşmayı sırf onu rahat bıraksınlar diye yapmıştı. Belki Aden’i peşini bırakmayacaklardı ama en azıdan onu huzursuz da etmeyeceklerdi. Onları elinden geldiği kadar oyalamaya çalışacaktı. Kandırıldıklarını anladıklarında ona bir şey yapmaya çalışırlarsa da o zaman bir çaresine bakacaktı. Kampüse vardıklarında babası da onunla beraber arabadan indi ve binaya girerek güvenlik görevlisinin yanına yaklaştı. Aden, babasının yanında gitmemişti. Onlara uzaktan bakıyordu ama yine de babasının, güvenlik görevlisine ne dediğini biliyordu. Aden okuldan ayrılsa ona söylemesini istiyordu. Adam başını evet anlamında salladıktan sonra babası ona doğru yaklaştı ama Aden babasının yanına gelmesine fırsat bırakmadan, koşar adımlarla oradan uzaklaştı. Annesinin istediklerini yaptığı sürece onunla arasına mesafe koyacaktı. Ama babasını daha fazla kırmamak ve kendisinden uzaklaştırmamak için bunu kısa sürede sonlandıracaktı. Sınıfına girip her zaman oturduğu yere oturdu. Herkes bir anlığına gözlerini ona dikmiş, onu takip ediyordu. Bu Aden’i çok rahatsız ediyordu.
Çünkü artık insanlar evleri yandığı için ona üzülmüyor, evlerini kundaklamakla suçlandığı için ona öfke duyuyordu. Belki de ondan korkuyorlardı. Kendi evini yakan biri kim bilir başkalarına neler yapardı. Aden etrafındaki sınıf arkadaşlarıyla göz göze gelmemeye çalışarak her zamanki yerine geçip oturdu.
O sırada arka sıralardan birinde oturan bir kız, yerinden fırlayıp Aden’in yanına oturdu ve ona olabildiğince yaklaştı. Gözlerini fal taşı gibi açmış, merakla ona bakıyordu.
“Duyduklarım doğru mu Aden, evinizi sen mi yaktın?” diye sordu genç kız, fısıldayarak. Aden başını Aden ona çevirip kaşlarını çattı. Genç kız onun bu surat ifadesini görünce hemen yüzünü buruşturdu ve başını öne eğerek, mahcup bir şekilde ondan uzaklaştı.
“Affedersin, ben sadece...”
“Sen sadece ne?” diye, öfkeyle karşılık verdi Aden. “Zamanında yaptıklarını unuttun mu? şimdi de gelmiş sırf dedikodu olsun diye benimle konuşmaya mı çalışıyorsun?”
“Hayır, yanlış anladın. Ben sadece”
“Defol buradan!” diye araya girdi, bir erkek sesi.
Aden ile yanındaki genç kız başını kaldırdıklarında, tepelerinde dikilen Tuğra’yı gördüler.
“Hemen.” diye ekledi Tuğra. Genç kız Aden’e son kez baktıktan sonra, onun ağzından laf alamamış olmanın hayal kırıklığıyla kalkıp oradan uzaklaştı. Tuğra Aden’in yanına otururken, Selim’de yanlarında, ayakta dikilmeye devam ediyordu.
“Mert’in odasına girdik ama hiçbir şey bulamadık. Bilgisayarının şifresi vardı, epey zor oldu ama açmayı başardık.”
Aden onun bu konuştuklarını umursamaz bir tavırla dinliyordu. İsteksiz bir merakla sordu.
“Bir şey çıktı mı?”
“Pek sayılmaz. Birkaç şey var ama şimdilik seni ilgilendirecek şeyler değil.” dedi Tuğra. Gözlerini ok gibi Aden’e saplamış, bir an olsun ondan ayırmıyordu. Selim’de aynı dikkatle Aden’e bakıyordu. Aden ikisine de kaçamak bir bakış attıktan sonra dayanamayarak sordu.
“Neden böyle tuhaf davranıyorsunuz?” Bu kez istekli bir merakla sormuştu çünkü ikisi de çok tuhaf görünüyordu.
“Bilgisayarın şifresini not defterine yazmış ve defter masasının üzerinde, ulu orta açık vaziyette duruyordu. Şifresi de ADEN VE DİĞERİ...”
Aden bilinçsizce sırıttı. Hayatında bu kadar komik bir şifre duymamıştı. Üstelik Mert şifreyi bir deftere yazmış, defteri de sanki birinin bulmasını ve bilgisayarı açmasını ister gibi ulu orta bırakılmıştı. Aden dudağını büktü.
“Bu ne demek oluyor? bu kadar saçma bir şey duymamıştım.”
“Ben de...” dedi Tuğra. Hala dikkatli gözlerle Aden’e bakıyordu.
“Ne demeye çalışıyorsunuz? biraz açık konuşun ki anlayayım. Orada sizinle beraber değildim sonuçta, öyle değil mi?”
“Diğeri dediği kişi kim oluyor?”
“Ben nereden bileyim?” diye çıkıştı Aden. Şifrede kendi isminin olmasına pek şaşırmamıştı çünkü Aden onun için değerliydi, tabi maddi anlamda. Sonuçta ona para kazandırıyordu. Elbette ona değer verecekti, ama diğeri olarak bahsettiği kişinin kim olduğunu bilmiyordu. Aklına aniden bir fikir geldi, belki de Aden’in bilmediği ama onu kullandığı gibi kullandığı başka bir kız daha vardı. Ama neden onun ismini yazmamıştı da diğeri olarak yazmıştı? Ya da neden Aden’in ismini de üstü kapalı bir kelimeyle yazmamıştı. Belki de o kız farklı bir amaca hizmet ediyordu. Belki de Aden’in onu maddi anlamda tatmin ettiği gibi, o kız da manevi olarak tatmin ediyordu. Bu düşünce de ona saçma geldi. Mert kızları kolayca kandırabilir, kendisine bağlayabilirdi. Kendisi de herhangi birine duygusal olarak bağlı olsaydı, onun için değerli olan bir kızın adını, maddi menfaat için kullandığı bir kızın adıyla yan yana getirmezdi. Üstelik diğeri diye hitap ederek kimliksizleştirmezdi. Şimdi düşününce o kişinin bir kız olduğuna bile emin değildi. Belki de arkadaşlarının bile bilmediği ama onun için önemli olan biri daha vardı.
“Sizin o kişiyle ilgili bir bilginiz var mı?” diye sordu Aden, umutsuzca.
“Sen salak mısın? Bilsek sana mı sorarız? Bu kız tam salak!” dedi Tuğra ve ona biraz daha yaklaşarak, öfkeyle söylendi. “Eğer bizden bir şey saklıyorsan seni mahvederim.” Tuğra sözünü tamamladıktan sonra ayağa kalıp oradan uzaklaşırken, Selim’de onun peşinden gitti. Aden onların arkasından bakarken, kafasını meşgul edecek bir şey daha ortaya çıktı için sıkılmaya başlamıştı.
Üstelik henüz dün gece evine birinin girip girmediğini, eğer girdiyse de kim olduğunu bilmiyor ve gece rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyordu.
Ayrıca o iki salağın bu kadar önemli bir şey bulacaklarını hiç düşünmemişti. DİĞERİ.
Bu kelimeyi kafasında evirip çeviriyordu. Üstelik onun adıyla yan yana yazılmış bir kelime. Ders henüz başlamadan, çantasını alıp koşar adımlarla sınıftan çıktı ve kantine doğru ilerledi. Derslerden geri kalması ve sınıfı geçememesi o kadar da önemli değildi. Ne de olsa otuz yaşına daha yıllar vardı. O yaşa gelmeden bu okuldan mezun olmayacaktı. Ama okul sıralarında geçirdiği bir dakika bile ona eziyet gibi gelirken, onca yıl buna nasıl katlanacaktı bilmiyordu. Buna alışmalıydı. Kantine girip sipariş vermek için mutfak kısmına yöneldi ve tezgâha yaklaştı. Tost makinasının başındaki adama seslendi. Adam arkasını dönüp tezgâha yaklaştı. Aden onu ilk gördüğünde hemen tanımıştı ama onun Aden’i tanıması biraz zaman almıştı. Y ada hemen tanımıştı ama belli etmiyordu. Adam sadece tezgâha yaklaşıp ellerini tezgâhın üzerine koydu ve sipariş vermesini bekledi.
“Bir kahve istiyorum.” dedi Aden. Önder arkasını dönüp kahve makinasının bulunduğu küçük masanın yanına gitti. Aden onun ismini sadece Faruk amca seslenirken duymuştu. Bu yüzden biliyordu. Dün gece konuşmuşlardı. Ona, evinin etrafında birinin gördüğünü söylemişti ama şimdi onu muhataba bile almıyordu. O adamı hiçbir zaman güler yüzlü görmemişti, her zaman suratı beş karşıtı ve kaşları çatıktı. Belki de mizacı böyleydi ama neredeyse bir yıldır burada çalışıyor olmasına rağmen onu hiç kimseyle gülüp şakalaşırken görmemişti. Her insan en azından bir kere gülümserdi ya da suratını normal bir şekilde tutardı ama o her zaman kaskatıydı. Aden’de insanlarla pek muhatap olmazdı ama en azından gerektiği yerlerde gülerdi. Önder siparişini hazırlayıp tezgâhın üzerine koydu. Aden çantasından kredi kartını çıkarıp ödemesini yaptı. Önder arkasını döndüğü sırada Aden onu durdurdu.
“Dün gece evimizin etrafında birini gördüğünüze emin misiniz?”
Önder durup başını çevirdi ve ona kısa bir bakış atıp, yine kısa bir cevap verdi.
“Sana emin olmadığımı söyledim, hayal görmüş de olabilirim.” dedi soğuk bir tavırla. Ses tonu da görüntüsüyle uyumluydu. Buz gibi ve donuk. Aden onu bu hale neyin getirdiğini çok merak ediyordu. Şimdiye kadar Aden’in hiç dikkatini çekmemişti. Siparişini alıyor, parasını ödüyor ve arkasını dönüp uzaklaşıyordu. Ama artık dikkatini çekmeye başlamıştı. İnsanlar bazen gözlerinin önündekini göremezdi, her zaman her şeyi uzaklarda arardı. Ta ki bazı sorunlar olana kadar. Aden’de bir sorun yaşamış ve sonunda onu fark etmişti. Ama görünüşe göre Önder onu hala fark etmemişti. Hala umursamıyordu.
“Ben evime birinin girdiğinden şüphelenirken siz de bana bunu söylediğinize göre bence hayal değildi. Gerçekti.” dedi Aden.
Önder nihayet ona döndü ve tezgâha yaklaştı.
“Belki de kaybolan arkadaşın sana küçük bir eşek şakası yapmıştır. Beni meşgul etme, işim gücüm var.” dedi ve tekrar arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Ama Aden olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Adam bunu net bir şekilde söylemişti. Sanki böyle bir şey olmuş ve o da bunu biliyormuş gibi. Hatta kaybolan arkadaşına bunu yapması için yardım etmiş gibi... O kadar net bir şekilde söylemişti. Aden bunu ilk başta düşünmüştü ama sonra polisin onu aradığını ve durumun ciddi olduğunu anlayınca bu düşünceden hemen kurtulmuştu. Mert ne kadar gaddar bir çocuk olsa da Aden’i korkutmak için bu tür şeylerle uğraşmazdı. Çünkü zamanında hiç saklamadan, ona en kötü şeyleri yaşatmıştı. Ulu orta ve gayet rahat bir şekilde. Onu pazarlamıştı, onu artık kullanamayacağını anladığında ise tehdit ve şantajla istediği zaman para koparmıştı. Tüm bunları kanunda korkmadan özgürce yapmıştı, onun hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkusu yoktu. Aden’e zarar vermek isteseydi böyle bir plan yaparak ortadan kaybolup, onu bu şekilde korkutmaya çalışmazdı. Canı ne isterse yapardı. Ama kaybolmadan önce sözylediği son sözü hatırlayınca, belki de bu kez daha farklı bir yol denediğini düşünmeye başlamıştı. Ona gayet net ve kısa bir söz söylemişti. Sen bilirsin... Bu cümle, içinde bir çok şeyi barındırıyor olabilirdi. Bugün kaybının ikinci günüydü. Onun ortadan kaybolmadan önce yanına neler aldığını bilmiyordu ama bilgisayarını almadığını biliyordu. Üstelik şifresinde Aden’in ismi ve başka birinden bahseden bir kelime vardı ve bu şifreyi birilerinin bilgisayarını açabilmesi için kolaylıkla bulunabilecek bir yere bırakmıştı. Belki de bilgisayarında herkesin görmesini istediği bir eşeyler vardı. Tuğra o makinada olanların Aden’i ilgilendirmediğini söylemişti ama şimdilik. Demek zamanı geldiğinde onu ilgilendirecekti. Orada neler olduğunu deli gibi merak ediyordu. O pislik ortadan kaybolmadan önce belki de Aden’i bitirmek istemiş ve onun bazı bilgilerini ortaya dökmüştü.
Belki başında başka bir bela vardı ve kendisinin başına bir şey gelirse, Aden’i de rezil olmasını istemişti. Belki de onun kaybıyla Aden’in hiçbir alakası yoktu. Diğer ihtimal ise yine Önder’in dediğine çıkıyordu.
Eşek şakası olmasa da Aden’e bedel ödetmek için kasten ortadan kaybolmuştu.
Tüm bunları arka arkaya defalarca düşünmekten kafayı yiyecekti. Hiçbir çıkış yolu bulamıyor, kendisini temize çıkarmak için aklına hiçbir şey gelmiyordu. Belki de Tuğra ile Selime yalvarırsa o bilgisayarda neler olduğunu ona söyleyebilirlerdi. Aden tost makinasının başında, arkası dönük vaziyette olan Önder’e seslendi.
“Affedersiniz. Bir kahve alabilir miyim?”
Önder arkasını dönüp Aden’e baktı. Sonra da elindeki karton bardağa...
“Ne çabuk bitirdin?” diye sordu merakla.
Aden elindeki karton bardağa baktı. Önder’de hala boş gözlerle ona bakıyordu. Biraz önce zaten kahve sipariş etmiş ve parasını ödemişti. Ama düşüncelere o kadar dalmıştı ki, bardağın eline yaydığı ısıyı bile hissedememişti. Çıkış saati geldiğinde babası gerçekten de annesinin dediğini yaparak güvenlik görevlisine, Aden’in tüm gün okulda olup olmadığını sormuştu. Güvenlik görevlisi ise onun dışarı hiç çıkmadığını, tüm gün okulda olduğunu söylemiş, babası da rahat bir nefes almıştı. Eve doğru yola çıktıklarında Aden babasıyla tek kelime konuşmamış, hiçbir sorusuna cevap vermemişti. Eve girer girmez, direk kardeşiyle paylaştığı odasına gitmişti. Kardeşi kendi yatağında uzanmış kulakla müzik dinliyor, diğer yandan da internet erişimi gerektirmeyen oyunlardan oynuyordu. Aden çantasını yere bırakıp kardeşine yaklaştı ve kulağındaki kulaklığı çekip çıkardı. Bora kaşlarını çatarak ağır ağır yattığı yerden doğruldu ve ateş püsküren gözlerle ona baktı.
“Ne halt ediyorsun sen?” diye sordu, bağırarak.
“Beni birkaç dakika yalnız bırak.”
“Burası senin odan değil, ikimizin odası. İster çıkarım ister çıkmam, senden izin mi alacağım?”
Aden derin bir iç çekti ve kardeşini odadan çıkarmak için ikna etmeye çalıştı.
“Dışarıdan geldim, üzerimi değiştirmem gerek. Bunu senin yanında yapamam, öyle değil mi? Hem okula gitmiyorsun hem de evde burnumdan getiriyorsun.” Aden kapıya yaklaştı ve başını dışarı uzatıp, bağırarak söylendi. “Ben okula giderken o neden gitmiyor, onun ne ayrıcalığı var?”
“Haftaya o da okula başlayacak, okul formasını henüz almadık.” dedi babası. Aden kardeşinin okul formasının salonda kaldığını, bu yüzden yanıp kül olduğunu hatırladı. Okula gitmemek için çok geçerli bir bahane. Saçmalığa bak! diye geçirdi içinden Aden. Sırf okul forması yok diye okula gitmemesi onun sinirini bozmuştu. Kardeşi henüz liseye gittiğinden, diğer herkesle aynı kıyafeti giymek zorundaydı. Üniversiteye gitmesine iki sene vardı ama muhtemelen Aden onunla aynı zamanda mezun olacaktı. Tabi kardeşi lisede gösterdiği performansın aynısını üniversite de gösterip, okulunu uzatmazsa. Bora ona ters ters baktıktan sonra ağır adımlarla odadan çıktı. Ergenlikten bir türlü çıkamadın, küçük pislik... diyerek tekrar içinden geçirdi Aden. Ama bunu düşündükten sonra hemen pişman oldu. Sonuçta kardeşinin yaptığı küçük yaramazlıklar, onun yaşında olan her çocuğun yapacağı yaramazlıklardı ama Aden bu yaşında bile, hala küçük çocukların yapacağı saçmalıkları yapıyordu. Bu durumda kardeşine bir şey söyleyemezdi. Asıl sorun ondaydı. Nihayet odada yalnız kaldığında, yatağının altına sakladığı ilaçlarını ve defterini çıkardı. Üç kutu ilacı vardı. Sabahları ikisini, akşamları ise üçünü birden içiyordu. Hepsini Tok karnına içmesi gerekiyordu, şu an karnı açtı ama açlık hissetmediğinden dolayı, ilaçların hepsini ağzına alıp kuru kuru yuttu. Sonra defterini alıp açtı ve sayfalara göz gezdirdi. Pansiyonda kaldığı zaman fişin arkasına yazığı rüyasını defterine geçirmişti. Düzenli ve inci gibi bir yazısı vardı. Aden’e göre yazıları bir sanat eseriydi. Mert ile ilgili gördüğü rüyasını yazdığı sayfaya gelince durdu ve yazılara göz gezdirdi. Aynı anda düşünüyordu. Onu nasıl bulacaktı? Bilgisayarının şifresine yazdığı ve diğeri olarak bahsettiği kimdi? onu nasıl öldürürse ya da öldürdükten sonra ne yaparsa yakalanmazdı? En önemli sorunu buydu. Bu işi en temiz nasıl halledebilirdi? Planı şuydu. Yanına bazı aletler alıp bir orana saklayacak, sonra Mert’i kandırıp aynı ormanlık alana götürecek, sonra onu bir şekilde etkisiz hale getirecek ve öldürüp parçalara ayıracaktı. Buraya kadar her şey kulağa gayet kolay geliyordu. Geriye o parçaları farklı yerlere dağıtmak kalıyordu. Bunu nasıl yapacaktı? Üstelik herkes Mert’in kaybından dolayı ondan şüphelenirken ve tüm gözler onun üzerindeyken... Ya takip ediliyorsa... Ya izleniyorsa... Düşündükçe aklına bazı fikirler geliyordu. Kulağa kolay gelen fikirler.
Onu bulduktan sonra ormana götürürken hem kendi telefonunu hem de Mert’in telefonunu yanlarında bulundurmamalıydı. Kayıtlara geçecek hiçbir görüşme yapmamalıydı, her şeyi yüz yüze halletmeliydi. Ayrıca Mert’i öldürüp parçalara ayırırken eldiven kullanabilirdi.
Hatta ayaklarına birer galoş giyerdi ve ne Mert’in üzerinde bir DNA bulunurdu ne de olay yerlerinde ayak izi... İzlediği bazı filmlerde, katillerin ayakkabılarının bıraktığı izlerden bile bulduklarını görmüştü. Bu Aden’e ne kadar saçma gelse de işe yarar bir yöntemdi. Sonuçta o ize sahip olan binlerce ayakkabı ve onları kullanan binlerce insan vardı. Ancak ayakkabının bıraktığı izden zanlının kilosunu bile anlayabiliyorlardı. Birçok konuda uzmanlaşmış insanlar olduğu gibi bu konuda da uzman olan insanlar vardı. Aden bu tür detaylarla ilgili uzmanlaşmış insanların düşüncelerini anlayamıyordu. İşleri güçleri yokmuş gibi ayak izi incelemesinde uzmanlaşmışlar diye düşünüyordu. Ama sonra o kişilerin işlerinin zaten ayak izi uzmanlığı olduğunu hatırlıyordu. Tabi ayak izi uzmanlığı diye bir meslek yoktu ama Aden bu tür farklı ve ilginç mesleklerin isimlerini aklında daha kolay tutabilmek için kolay isimler koyuyordu. Yani bu konuda uzman olan insanlar, Aden ayaklarına torba bile geçirse kilosunu hesaplayabilirlerdi. Bu durumda cinayeti zemini taş, hatta karışık çakıl taşlarıyla dolu bir yerde işleyebilirdi. Kanların etrafa bulaşmaması için bir branda kullanır, sonra onu yakıp yok ederdi. Parçaları ise yine daha önceden oraya sakladığı torbalara koyar, yürüme mesafesindeki olan yakın yerlere bırakırdı. Herhangi bir araç kullanırsa dikkat çekebilirdi. Cinayet saatinde nerede olduğunu kanıtlamak için ise aklına çok basit bir fikir daha gelmişti. Mert’i bulup onu buluşmaya ikna ettiğinde bir sinema bileti alır, Mert ile buluşmasını filmin saatine göre ayarlardı. Film saati geldiğinde sinema salonuna girer, böylece kameralar onun cinayet zamanında sinema salonuna girdiğini kaydederdi. Daha sonra salonun içinde, yanında götürdüğü kıyafetlerle kılık değiştirip bir süre sonra salondan tekrar çıkar ve Mert’in işini halletmeye giderdi. Bu plan kabaca haliyle de olsa kulağa basit ve işe yarar geliyordu ama denemeden bilemezdi. Daha sonra planını detaylarıyla düşünecek, sonra Mert’i bulmaya çalışacaktı. Tabi gerçekten kayıpsa...
Yorumlar
Yorum Gönder