Aden'in Rüyası (Bölüm 17)
Ne kadar zamandır burada olduğunu bilmiyordu. İfadesinin ardından onu tekrar nezarethaneye sokmuşlardı ve sabah savcıya ifade verecekti. O zamana kadar da burada kalacaktı. Annesi onun avukatlığını yapmıştı ama bu hiçbir işe yaramamıştı. Bir cinayet işlenmişti ve şu an tek şüpheli oydu. Mert’i kendisi öldürmek ve buraya gerçek bir cinayet şüphelisi olarak girmeyi isterdi. En azından boşu boşuna kamaşmış olur, bu berbat yerde geçirdiği zamanın hakkını verirdi. Sahi, onu kim öldürmüştü? Hem de bu kadar temiz bir şekilde, hiçbir iz bırakmadan. Gerçi bir iz olup olmadığını henüz bilmiyordu. Belki de ceset, daha doğrusu parçalar hala incelenmemişti. Ya da incelenmişti ama onun haberi yoktu. Belki de Aden hapse girecek, uzun bir zaman geçtikten sonra gerçek katil bulunacak ve bu sayede Aden’in suçsuz olduğu anlaşılacaktı. Böyle olaylar çok sık oluyordu. Kimi cinayetten, kimi tecavüzden hapse giriyor ama uzun yılar sonra suçsuz oldukları ortaya çıkıyordu. Özgürlüklerine kavuştuklarında da ellerinde hiçbir şey kalmıyor, yılları hapiste heba oluyor ve genç yaşta girdikleri ceza evinden yaşlı insanlar olarak çıkıyorlardı. Aden’de böyle olabilirdi. Geç de olsa suçsuzluğu ispatlanabilirdi ama ne zaman? Belki de içeriden yaşlı bir kadın olarak çıkacaktı ve en güzel yıllarını kaybetmiş olacaktı. Bunu düşününce birden ürperdi, bu çok korkunç olurdu. O zaman rüyalarını nasıl uygulamaya dökecekti, otuz yaşına geldiğinde nasıl mezun olacaktı? Hayatta bunlar dışında bir hedefi yoktu, tabi şimdilik... İleride neler olacağını bilmiyordu ama şimdilik tüm amacı bunlardı. Rüyalarını uygulamadığı zaman hapishanede başına gelecekleri tahmin bile edemiyordu. Orası zaten berbat bir yerdi, ne olursa olsun kötü şeyler yaşayacaktı ama görevini yerine getirmediğinde daha korkunç şeyler olacaktı. Buna emindi. Şu an burada olmasının nedenini de gayet iyi biliyordu. Mert’i öldürmesi gerekiyordu ama bunu yapmamıştı, başkası ondan önce davranmış ve onun işini bitirmemişti. Bu görevini yerine getirmediğinden dolayı belalar gelmeye başlıyordu. Bu daha başlangıçtı, daha bir sürü bela gelecekti. Ne kadar büyük görev, o kadar büyük bela. Onu öldüren kişi sadece Mert’in ve ailesinin değil, Aden’in de işini bitirmişti. Hem de Aden’in yapmak istediği ve rüyasında gördüğü şekilde. Buna hala bir anlam veremiyordu. Birden, aklında aniden büyük bir soru işareti belirdi. Acaba o rüyayı Mert öldükten sonra mı görmüştü yoksa öncesinde mi? O rüya Mert’in öldüğünü haber veren bir mesaj mıydı, yoksa yapmak istediği şey için onu cesaretlendirmeye çalışan zihninin laneti mi? Bunu nasıl anlayacaktı? O rüyayı gördükten sonra Mert’i hiç görmemişti. Rüyasını, pansiyonda kaldıkları son gece görmüştü. Yani Mert’i en son gördüğü günün gecesinde. Peki Mert o gün mü ölmüştü yoksa ertesi gün mü? Aden’in bunu bilmesinin imkânı yoktu ama polis bilebilirdi. Bu yoğun soru bombardımanından dolayı kafası patlayacakmış gibi hissediyordu. Sanki saatler süren bir iş yapmış gibi yorulmuştu. Uzun süre nefessiz kalmış gibi derin derin nefes alıp veriyor, gözlerini kırpıştırarak açık tutmaya çalıyordu. Ne zaman uzun düşüncelere dalsa böyle oluyordu. Nefesi daralıyor, başı şiddetli bir şekilde ağrıyor ve gözleri kapanıyordu. Belki de her insanda böyle oluyordu, bunu bilmiyordu. Tabi üzerindeki bu ağırlığın büyük bir kısmı uykusuzluktan da olabilirdi. Ayrıca tir tir titriyordu. Ortamın soğukluğundan çok uykusuzluktan. Dişleri birbirine çarpıyor, çenesi kasılıyor, eklemleri ağrıyordu. Tüm bu işkencelere dayanmaya çalışıyordu. Oturduğu yerde başı dönüyor, göz kapakları ağırlaşıyor, etraftaki her şeyi çift görüyordu. Gözlerini açık tutmak için ne kadar çabalasa da uykuya ne kadar direnmeye çalışsa da başaramadı ve okuduğu yerde arkasına yaslanıp uykuya daldı. Ne açılan demir parmaklıkların sesini ne de onu uyandırmak için ona seslenen memurun sesini duymuştu. Kadın memur onu uyandıramayacağını anlayınca omzundan tutup sarsmış, ancak o zaman gözlerini açabilmişti. Uzandığı yerde başını kaldırdığında, tepsinde dikilen memuru gördü ve ağır ağır yattığı yerden doğruldu. Gözlerini ovuşturarak neler olduğunu sordu. Memur ona, savcıya ifade vermek için adliyeye gideceğini söyledi. Ama ondan önce annesinin ona getirdiği kıyafetleri giyecekti. Normalde buna asla izin vermezlerdi ama annesi bir avukat olduğundan, tüm hakları biliyordu. Bu yüzden tuvalette iki kadın memur gözetiminde üzerini değiştirdi. Annesi onlara her zaman ne olursa olsun düzenli ve bakımlı olmaları gerektiğini tembihliyordu. Bu durumda bile Aden’in sonunun ne olacağından çok giyim kuşamını düşünmüş, bunun için onu savunmaya gelirken yanında güzel kıyafetler getirmişti.
Kendisi de süsünden geri kalmamıştı. Aden’i düşünseydi eğer, babası gibi üzerine bir mont alıp peşlerine takılırdı ama o hazırlanmak için daha sonra gelmeyi tercih etmişti. Aden artık bıkmıştı. Annesinden ve onun saçma kurallarından, takıntılıklarından, baskısından, her şeyden bıkmıştı. İmkânı olsaydı o evden kaçar, özgür ve bağımsız bir hayat yaşardı.
Ama ne parası vardı ne mesleği ne de diploması... Hiçbir şeyi yoku.
O evden kaçıp ne yapacaktı? Nereye gidecekti? Belki ileride imkânı olurdu, belki bir meslek edinir ve kendi parasını kazanırdı. O zaman onu hiç kimse o evde tutamazdı.
Bunu bir gün yapacağına dair kendisine söz verdi. Kendisini annesinin yönetiminden kurtaracak ve istediği hayatı yaşayacaktı. Adliyeye gidip savcı karşısına çıktı. Emniyettekilere verdiği ifadenin aynısını orada da tekrarladı. Bir kilime bile atlamamış, hiçbir şeyi değiştirmemişti. Çünkü yalan söylemiyordu. Doğru olanı anlatıyordu. Bu yüzden kendisini gayet rahat hissediyordu, ama savcının ona inanıp inanmayacağını ya da ne karar vereceğini bilmediğinden dolayı geriliyordu. Aden ifadesini verdikten sonra avukatı olarak annesi de gelmiş, kızını savunmuştu. Savcı yarım saatlik bir ifade incelemesinin ardından, Aden’i adli kontrol şartı ve yurt dışı çıkış yasağıyla serbest bırakmıştı. Aden bunu duyunca hem şaşkına dönmüş hem de heyecanlanmıştı. İşlemlerini tamamlarken, annesi ile babası onun yanından bir an olsun ayrılmamışlardı. Tüm işlemler tamamlandıktan sonra adliyeden çıkmışlar ve binanın önünde bir süre öylece kala kalmışlardı. Yanlarında araçları yoktu. Babası polis aracına binip onunla beraber gelmişti, ama annesinin neyle geldiğini bilmiyordu. Muhtemelen bir taksiyle gelmişti. Bu saçmaydı. Taksiyle gelmesi için onca karlı yolu yürüyerek otobana ulaşması gerekirdi. Ayrıca köy yoluna giden otobanda değil taksi, sıradan bir araç bile geçeceğini sanmıyordu. Başka zamanlarda belki geçiyor olabilirdi ama kışın ortasında, üstelik de bu kadar yoğun kar yağışı varken kimsenin kolay kolay yollara düşeceğini sanmıyordu. Babası yanlarından ayrıldı ve bir süre sonra bir taksiyle beraber geri geldi. Hepsi soğuktan titriyordu. Kendilerini arabaya attıklarında biraz olsun ısınmışlardı. Babası ön yolcu koltuğunda, Aden ile annesi de arka koltukta oturuyordu. Bugün pazardı ve iki günleri emniyette, adliyede ve yollarda geçmişti. Bu sinir bozucu bir durumdu, annesi için daha da sinir bozucuydu. Yüz ifadesine bakılırsa Aden’den daha kötü durumdaydı. Gözleri şişmiş, kan çanağına dönmüştü. Ayrıca hantal bir hali vardı. O da yorgun ve uykusuzdu. Sonuçta bütün gece Aden’in serbest kalmasını beklemişlerdi. Ama annesi onu kurtardığı için mutlu olmak yerine, perişan bir halde olduğu için mutsuz görünüyordu. Aden yine onların huzurunu kaçıracak bir şey yapmıştı. Annesi şimdi takside olduklarında dolayı sesini çıkarmıyordu ama eve gittiklerinde kıyamet kopacaktı, Aden bunu hissediyordu. İçinde büyük bir sıkıntı vardı ve ne zaman böyle sıkılsa kötü şeyler oluyordu. Sonuçta Mert’i öldürememişti. Kendisini, başına gelecek olan tüm kötü şeylere hazırlamaya, tedbirini almaya çalışıyordu. Köy yolunun girişine geldiklerinde araç durdu. Taksi şoförü onları burada bırakacağını, daha fazla gidemeyeceğini söyledi. Hepsi şaşkınlıkla şoföre baktılar. Adam köy yoluna girmek istemiyor, onları burada bırakıp, yolun geri kalanını yürüyerek gitmeleri gerektiğini söylüyordu. Köye ulaşmak için yaklaşık yirmi beş dakika, sonrasında eve ulaşmak için ise on beş dakika daha yürümeleri gerekiyordu. Normal bir zamanda bunu yapmak zevkli olabilirdi. Bahar veya yaz aylarında, çimlerin üzerinde yürümek güzel olurdu. Tipi ve diz hizasına kadar gelen kar varken değil. Bu onların hızını düşürecek, süreyi uzatacaktı. Evlerine varmaları bir buçuk saati bulabilirdi. Bu durumda babasının taksi şoförünü ikna etmekten başka çaresi yoktu.
“Köye kadar yürüyemeyiz, havayı görmüyor musunuz?”
“Asıl siz görmüyor musunuz? İlerideki yollar topraktan, bu arabayla o yollara, hele köye hç giremem! Girsem de fazla ilerleyemem, yolda kalırız.”
“Bu yolu yürüyemeyiz.”
“Maalesef... Siz de gördünüz, buraya bile zar zor geldik. Bu araba köy yollarında hayatta ilerlemez. Ücretiniz 360 TL.” diyerek konuyu kapattı taksi şoförü, itiraz kabul etmeyen bir tavırla.
Babası başını arkaya çevirip onlara baktı. Hepsi çaresizdi. Babası yanına cüzdanını bile almamıştı, sadece cep telefonunu almayı akıl etmişti ama annesi hazırlanacak fırsatı bulduğundan, onun yanında para vardı. Taksi şoförüne parayı ödedi ve hepsi araçtan aşağı indi. Taksi gaza basıp oradan uzaklaştığında, onlar da aracın arkasından baka kaldı. Burada daha fazla beklerlerse donacaklarını biliyorlardı. Kırsal bir bölgedeydiler, burada kar da soğuk da tipi de daha şiddetli oluyordu. Bu yüzden daha fazla durup vakit kaybetmemek için yola koyuldular. Tipiden ve soğuktan korunmak için hepsi montlarının önünü kapatıp yakalarını kaldırdılar ve başlarını, omuzlarının arasına gömdüler.
Aden kazağının boğaz kısmındaki tek katı açıp ağzını ve burnunu kapattı, ama annesiyle babasının böyle bir imkânı yoktu. Montunun şapkasını da başına geçirdiğinde, biraz olsun soğuktan korunuyordu. Tabi şimdilik. Yolda ilerledikçe ne olacağını, bu giysilerin onları ne kadar koruyacağını bilmiyordu.
Ne kadar dayanacaklarını bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Kendisini kaçırılıp alı konulmuş, sonra bir dağ başına terk edilmiş gibi hissediyordu.
Yanında annesiyle babası olmasaydı burada bir yere oturup, yavaş ve acı verici soğuk ölümün gelip onu öbür dünyaya götürmesini bekleyebilirdi. Çünkü şu an ne yön ne zaman ne de mesafe kavramı vardı, hepsini yitirmişti. Ama neyse ki annesiyle babası vardı ve onlar yolu biliyorlardı. Hangi yöne doru yürüyeceklerini de ne kadar zaman sonra eve varacaklarını da biliyorlardı, en adından Aden böyle umuyordu. Asfalt yoldan çıkıp köy yoluna girdiler. Burada, bazı araçların lastiklerinin bıraktığı izler vardı. Kolayca yürümek için izlerin üzerinden geçtiler. Şimdilik nefeslerini kesen ve suratlarını uyuşturan tipi dışında bir sorun yoktu. Ama Aden’in başka bir sorunu daha vardı. Çok sıkışmıştı, çişi gelmişti ve zor tutuyordu. Yolun iki yanı da ormanlık alandı ama tüm arazi, çıplak ağaçlarla kaplıydı, çişini yaparken onu saklayacak hiçbir şey yoktu. Ayrıca kar kalınlığı çok olduğundan, tuvaletini yapmak için çömelemezdi. Eve gidene kadar dayanmak zorundaydı. Bu yol ona şimdiden eziyet gibi gelmişti ama uzun bir süre yürümenin ardından evine varacağını biliyordu. Eve vardığında yapacaklarını hayal ediyordu. Babası sobayı yakacak, o da tuvalete girip rahatladıktan sonra sobanın başına geçip ısınacak ve sonra annesinin yapacağı yemeklerle karnını doyuracaktı. Sonra da yatağına girecek ve rahat bir uyku çekecekti. Bu hayaller ona biraz olsun güç veriyor, onu motive ediyordu. Babasının sesi tüm bu düşüncelerini dağıttı.
“Sen bunca yolu yüründün mü? Oraya gelecek aracı nasıl buldun?” diye sordu Şermin’e.
“Buldum işte.” diye karşılık verdi Şermin.
“Tamam ama nasıl? Bu yolu defalarca gidip geldim, yolda hiçbir araç görmedim. Tabi bizi yolda bırakan taksi dışında.”
“Neden bu kadar uzatıyorsun ki? şimdi tek sorununuz benim oraya nasıl geldiğim mi?”
Levent arkasını dönüp karısına baktı, bakışlarından öfke fışkırıyordu. Kaşları çatıktı, gözleri kıp kırmızı ve şişti.
“Onlardan mı yardım aldın yoksa? Seni onlardan biri getirdi, öyle değil mi? Hala onlarla görüşüyor musun?”
Şermin bir süre durakladıktan sonra gerçeği söylemek zorunda kaldı. Bunu, kocasının onu daha fazla sorgulamaması ve yanlış bir şeyler düşünmemesi için yapmıştı.
“Onlarla beraber kalan bir adam var, ondan rica ettim. Okan ile ya da babasıyla konuşmadım, onları görmedim bile.”
“O adam kim oluyor da ondan yardım istiyorsun? Tanımadığın bir herifin arabasına nasıl biniyorsun? Aklını mı kaçırdın sen? Seni alıp götürse kimsenin haberi bile olmaz.”
“Dalga mı geçiyorsun? Senin karşında çocuk yok, ben kendimi koruyabilirim. Ayrıca adam eski başkomisermiş.”
“Ne yapalım yani? Eski bir başkomiser olması neyi değiştirir? Erkek olmasını mı yoksa şeytana uyabilecek kabiliyette olan bir canlı olmasını mı?”
Annesi bunun üzerine söyleyecek bir şey bulamayarak sustu.
Aden şimdi düşününce babasını haklı bulmuştu. Kış ayında ve herkesin uykuda olduğu bir vakitte biri kaybolsa, kimsenin ruhu bile duymazdı. Ama annesi, avukat olmanın onu her türlü kötülükten koruyacağını sandığından dolayı tehlikeli işlere kalkışmaktan hiç çekinmiyor, canı ne isterse yapıyordu. Şimdiye kadar başına kötü bir şey gelmemişti ama bundan sonra gelip gelmeyeceğini bilemezdi. Yolun sonuna gelip köye vardıklarında, babası telefonundan saate baktı ve yaklaşık bir saat yirmi dakikadır yürüdüklerini söyledi. Bu süre kulağa çok fazla geliyordu ama yürürken bunu anlamamışlardı. Çünkü annesiyle babası yol boyunca tartışmış, Aden’de onları dinleyerek kendi kendine yorumlar yapmıştı. Başka şeylere odaklandığından dolayı soğuğu ve yürüdükleri mesafeyi düşünmemiş, bu yüzden yol kolayca bitmişti. Ama onların tartışmaları bitmemişti, herkes gergindi. Eve vardıklarında kafasındaki planları uygulayabileceğini sanmıyordu. Babası sobayı yakamayacak, annesi yemek pişirmeyecekti ama onun dışındaki hayallerini gerçekleştirebilirdi.
Tuvalete gidip rahatlayabilir ve yatağına yatıp rahat bir uyku çekebilirdi. Köye girdiklerinde etrafta herhangi bir araç lastiği izi göremediler.
Bu yüzden köyün içinde yürümekte zorlandılar. Bacaklarını olabildiğince kaldırarak yürüyorlar, bu da onları epey yoruyordu. Evlerine o kadar da uzak değillerdi ama bu yürüyüşleri de onları yavaşlattığından dolayı mesafe de uzamıştı. Nihayet evlerini gördüklerinde hepsi derin bir oh çekti.
Eve girer girmez kendilerini koltuklara bıraktılar. Annesi üzerindeki hiçbir şeyi çıkarmadan olduğu yerde uzanıp gözlerini dinlendirmek için kapattı, sonra da uykuya daldı.
Babası da biraz dinlenmek için yine üzerindeki pijamaları ve montuyla koltuklardan birine yayılmış, kollarını bağlamış, bir süre öylece oturmuştu. Normalde evin içi dışarısı kadar soğuk olurdu. Ama iyi bir ayaz yediğinden, uzun süre tipiye ve dondurucu soğuğa maruz kaldığından dolayı, evin içi ona sıcacık gelmişti. Sanki her yerde çalışan ısıtıcılar varmış gibi hissediyordu. Ama üzerlerindeki yorgunluğu attıktan, dinlendikten ve evin ısısına alıştıktan sonra evin içi de onlara soğuk gelecekti. Bu yüzden babası şimdiden evin ısınması ve daha fazla üşümemeleri için sobayı yakmaya koyuldu. Evin arka tarafına yığdığı küçük odun birikintisinin içinden birkaç kuru odun alıp sobanın içine doldurdu ve odunları tutuşturmaya çalıştı. Aden odasına gittiğinde, kardeşinin orada olmadığını fark etti. Onun evde olmadığını anlamıştı. Babasının yanına gidip boranın nerede olabileceğini sordu. Babası bir süre düşündükten sonra karşıdaki evde olabileceğini, gidip onu çağırmasını söyledi. Annesine yabancı birinin arabasına bindiği için kızmıştı ama oğlunun, konuşmadıkları komşularının evinde kalmasına pek de kızmış gibi görünmüyordu. Sonuçta uzun bir süre evde değillerdi ve küçük bir çocuk, bir köy evinde tek başına kalamazdı. Bunu bildiğinden dolayı oğlunun bu yaptığını anlayışla karşılamış olmalıydı. Aden dışarı çıkıp, yine güçlükle yürüyerek karşı eve ulaştı ve kapıya vurdu. Kısa bir süre bekledikten sonra kapı açıldı ve karşısında Önder belirdi. Aden onu görür görmez içinde tuhaf bir şey hissetti. Önce midesi yanmış, sonra bir alev topu tüm vücudunda dolanıp aniden ortadan kaybolmuştu. Aden bu hissin tam olarak ne olduğunu bilmese de bunu en son Mert’e aşık olduğu zamanlarda ona bakarken hissettiğini hatırladı. Bir anlığına nefesi kesilmiş, sonra tekrar normale dönmüştü. Suratının yandığını, hatta yanaklarının gözle görülür derecede kızardığını anlayabiliyordu. Ama Önder’in onu görünce aynı duyguları hissetmediğini de anlamıştı. Yüzünde buz gibi ve umursamaz bir ifade vardı.
“Şey... Bora sizde kalıyor sanırım, ona eve dönmesini söyler misin?” diye sordu Aden, çekinerek. Neden çekindiğini anlamamıştı. Önder ile defalarca karşılaşmış, defalarca konuşmuş, yüz yüze bakmıştı. Şimdiye kadar böyle şeyler hissetmemişti ama şimdi tuhaf bir şekilde ondan çekiniyor, gözlerine bakamıyordu. Bir zamanlar Mert’in de yüzüne bakamaya, onunla göz göze gelmeye çekindiğini hatırladı. Ne yani, şimdi de Önder’e mi aşık oluyordu? Kendi kendine bunun saçma bir düşünce olduğunu tekrarlayıp, bunu kafasından atmaya çalıştı. Kimseye aşık olmayacaktı. Hele ki okulunun kantininde çalışan ve ailesinin görüşmediği insanların yanında kalan bir adama. Önder ona karşılık vermeden Bora’ya seslenmek için arkasını döndüğünde, aşağı indirdiği sol ellinin yüzük parmağındaki alyansı gördü. Şimdi bunun saçmalık olduğuna iyice ikna oldu. Adam evliydi. Evli birine aşık olamazdı, olsa bile bunu ona söyleyemezdi. Sessiz kalarak onu unutmayı ya da ondan soğumayı beklerdi. Bunun devamlı bir his olacağını sanmıyordu. Sadece vücudunda anlık olarak meydana gelen kimyasal bir değişiklikti, hepsi bu. İnsan bu hissi birçok kişiye karşı hissedebilirdi. Sonuçta aşık olunacak kişi seçilemezdi. Vücut reaksiyon göstererek bazı değişik hisler ortaya çıkar, bir süre sonra da normal haline döner ve o insana bakıldığında, artık aynı reaksiyonu göstermezdi. Şimdi de bu olmuştu. Anlık bir reaksiyon, kimyasal değişim, hepsi bu. Belki yarın ona tekrar baktığında bunları hissetmeyecekti. İyi ama madem evliyse neden bu evde iki erkekle beraber yaşıyordu? Neden yanında hiç kadın görmemişti? Acaba karısı onu evden mi kovmuştu? Bu mantıklıydı çünkü kendisi ayrılmış olsaydı, hala o yüzüğü takmazdı. Hangi insan kendi isteğiyle ayrıldığı eşinin yüzüğünü hala parmağında taşırdı ki? Bunu düşündüğünde, aşık olacak kadar iyi bir adam olmadığını düşünmeye başladı. O kadar iyi olsaydı karısı onu evden atmazdı. Annesinden öğrendiği kadarıyla eski bir polisti. Eski. Hem karısı tarafından evden atılmış hem de devlet tarafından meslekten kovulmuş, boş ve işe yaramaz bir adam. Böyle bir adamın neyine aşık olacaktı ki? Görüntü olarak göze hitap ediyor, Aden’in hislerini canlandırıyordu ama bunlar, onun doğru bir insan olduğunu göstermezdi.
Böyle bir adamı kim isterdi ki? Korkunç ve amaçsız bir hayat... Aden onun yerinde olmak istemezdi. Onunla beraber olmak da... Bora kapıya yaklaştı ve uyku mahmuru gözlerle ona baktı. Eve geldiklerini anlaması biraz zaman almıştı çünkü uykudan yeni uyandığından dolayı, hala bir şeyleri algılayamıyordu. Sonunda evden dışarı çıkıp, arkasına bakmadan ve Aden’i beklemeden kendi evine doğru ilerledi. Ayakta durmakta zorlanıyor, sallana sallana yürüyordu. Aden, Önder’e son kez bakmak için ona döndüğü sırada Önder tek kelime etmeden kapıyı onun yüzüne kapattı. Aden’de onun bu hareketini görmezden gelerek kardeşinin peşinden gitti. Salak herif! Kendisini bir halt sanıyor... diye söyleniyordu kendi kendine.
Yorumlar
Yorum Gönder