Aden'in Rüyası (Bölüm 32)
Hafta sonu olmasına rağmen sabah erken saatte uyandı. Evdeki hiçbir işini yapmadan, hatta kahvesini bile içmeden üzerini değiştirip evden çıktı ve araca doğru ilerledi. Yüzünü yıkamamıştı, kahvesini de içmediğinden dolayı uykusunu tam olarak dağıtamamıştı. Zaten gece de doğru dürüst uyuyamamıştı. Sadece kısa bir süre uykuya daldığını hatırlıyordu. Uykusuzluktan dolayı üşüyordu, bir de yataktan çıkar çıkmaz kendisini dışarı atınca, dondurucu soğuk onu iliklerine kadar titretmişti. Karlar yavaş yavaş erimeye başlıyordu ama dışarıda hala kar havası vardı. Baharın yüzünü ne zaman göstereceği belli değildi. Kontağı çevirdiğinde biraz olsun kendine gelmek için bir sigara yaktı. Sigarasından derin bir nefes alırken karşıdaki eve göz attı. Hava hala karanlıktı ve karşıdaki ev karanlıkla uyum içindeydi. Hiçbir penceresinden ışık sızmıyordu. Uykuda olamazlardı çünkü gece eve geldiklerini hiç duymamıştı. Etrafta fazla insan olmadığından dolayı en ufak sesleri bile duyabiliyor, hatta uykusundan uyanabiliyordu. Aile hala emniyette miydi? yoksa kızlarını gerçekten bir hastaneye yatırmışlardı ve ilk gecesinde onun yanında mı kalmışlardı? Fırat ile telefon görüşmesi yaparak bunu öğrenmek için sabahın bu saatinde yollara düştüğüne inanamıyordu. Her zaman meraklıydı ama bu huyu yaklaşık bir yıl öncesinde kalmıştı. Şimdi haline bakınca, insanın huylarını kolay kolay terk edemeyeceğini daha iyi anlamaya başladı. Hatta öyle ki içi içini yiyordu. Gaza basıp yola koyuldu. Şehir merkezine yakın civarda, şebekenin geldiği yerde aracını kenara çekip durdurdu. Ekranda hazırda beklettiği Fırat’ın numarasını aradı. Telefon birkaç kere çalmanın ardından açıldı ve Fırat’ın uyuşuk sesi duyuldu. Onu uykusundan uyandırdığını anladı.
“Alo...”
“Uyuyor muydun?”
“Evet çünkü bugün hafta sonu Önder.” sessizlik oldu. Sonra Fırat ekledi. “Saat daha altı buçuk, bir şey mi oldu?”
“Hayır. Aslında... Sadece dün gece ne olduğunu soracaktım, Aden ile ilgili.”
“Gerçekten bunun için şehre mi geldin?”
“Bana ne olduğunu söyle.”
“Bir de bu işe bulaşmak istemiyordun, bizden daha heveslisin. Onu mahkeme kararıyla hastaneye yatırdık. Ama önce bazı testlerden geçecek. Eğer akli dengesinin yerinde olduğuna karar verilirse birkaç gün içinde çıkar.”
“Çıkamayacağına eminim ama ya çıkarsa...”
“Elimizde bir koz daha var.”
“Neymiş?” diye sordu Önder, heyecanla.
“Fotoğraf meselesi. Bana gel, detayları anlatayım.”
“Hemen geliyordum.” Önder telefonu kapatacağı sırada, tekrar Fırat’ın sesi duyuldu.
“Gelirken kaşarlı poğaça al, ben de çay koyacağım.”
“Tamam.”
Önder telefonu kapattı ve merkeze doğru ilerledi. Fırat’ın evine yakın civarda bulunan bir pastanenin önünde durup onun istediğini aldı ve aracı orada bırakıp, eve yürüyerek ilerledi. Binaya girip Fırat’ın dairesine çıktı. Fırat onun ayak seslerini tanımış olacak ki o kapıya vurmadan kapı açıldı. Önder ayakkabılarını çıkarıp içeri daldı, aniden yoğun bir sıcaklık hissetti. Salona gidip poğaçaları orta sehpanın üzerine bıraktı. Sonra da peteğe yaklaştı, ellerini dayadı ama petekler buz gibiydi. Buna şaşırmadı. Asıl şaşılacak şey, bekar evinde yanan bir petekle karşılaşması olurdu. Koltuğa geçip oturdu ve ellerini montunun cebine soktu. Biraz sonra Fırat, elinde iki fincan çayla beraber salona geldi. Hala uyuşuk ve uykulu bir hali vardı. Fincanları sehpanın üzerine bırakıp, poğaça poşetinden bir poğaça alıp büyük bir ısırık aldı. Aç karnını doyurmadan konuşmaya başlamayacaktı anlaşılan. O karnını doyururken, Önder’de bu sabahki ikinci sigarasını yaktı ve içini ısıtmak için çayından birkaç yudum aldı. Sonra televizyonu açıp haber kanallarına göz gezdirdi. Kanallardan birinde, Mert’in cinayetiyle ilgili bir şeyler anlatılıyordu. Televizyonun sesini biraz daha açarak dikkatle haberi dinledi. Haberi sunan spiker olayla ilgili üç kişinin göz altına alındığını, ardından hepsinin serbest kaldığını, fakat içlerinden birinin tekrar göz altına alındığını söylüyordu. Ayrıca gencin cenazesinden de bazı görüntüler paylaşılıyordu. Fırat üç tane poğaça yedikten sonra o da bir sigara yaktı.
“Neden daha fazla detay vermiyorlar?” diye sordu Önder.
“Çünkü bildikleri bu kadar.”
Önder başını sallamakla yetindi. Sonra televizyonun sesini kısıp sordu.
“Fotoğraf mevzusu nedir, çocuk bir şeyler anlattı mı?”
Fırat sigarasından derin bir nefes daha aldı ve fincanda kalan çayını bir dikişte bitirdi.
“Galiba haklı olabilirsin.”
“Hangi konuda?”
“Başka yerlerde de aynı türden cinayet olup olmadığının araştırılması konusunda. Bu doğru olabilir. Çocuk ifadesinde her şeyi anlattı, Aden de inkâr etmedi.”
Önder koltukta ona biraz daha yaklaştı ve dikkatle onu dinledi.
“Ne anlattılar?”
“Aden’in sorgusuna Melisa girdi, ben kaydı izledim. Fotoğrafları detaylarıyla anlatıyor. Altı farklı fotoğraf olduğunu söylüyor, hepsi farklı zamanlarda gelmiş. Tamamında parçalanmış kadın cesetleri varmış. Kordonla, cesetlerin vajinalarına bağlı fetüsler... İstanbul’da bulduğumuz cinayetle birbirlerine çok benziyorlar. Tek bir fark var. Fetüslerin yanında birer oyuncak bebek varmış.”
Önder tüm bunları dinlerken gözlerini kısmış, suratını büzmüştü. Resmen kanı donmuştu. Bu hiç beklemediği bir bilgiydi, tesadüf müydü yoksa planlı bir olay mıydı bunu anlamak şimdilik zordu. Ama emin olduğu bir şey vardı, bu olayı eşeledikçe altından bir sürü olay çıkacaktı. Kiminle bağlantılı olduğunu da az çok tahmin ediyordu. Aden... Ama bu bağlantıyı çürüten bir nokta vardı. İstanbul’da, faili meçhul cinayete kurban giden hamile bir fahişe.
“Başka detay var mı?”
“Hayır, kimin gönderdiğini bilmiyor. Ona göre ya biri onunla alay ediyor ya da fotoğraflar yanlış adrese gönderilmiş. Aklına bunu yapacak kimse gelmiyormuş.”
“Tam olarak ne zaman almış bu fotoğrafları?”
“Bir yıl önce.”
Önder düşünceli gözlerle televizyona döndü. Bir süre bekledikten sonra devam etti.
“Kargo ve postaneleri araştırırsanız iyi olur. Fotoğraf gönderen bir firma var mı bakın? Fotoğraflar yanlış adese gönderilmedi. Yanlışlık bir kere olur, altı kere değil.”
“Gerçekten Aden ya da Mert ile alakası olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum. Henüz hiçbir bağlantı yok, öyle değil mi?”
“Evet ama fotoğraflardaki cesetler, İstanbul’da bulunan fahişenin cinayetiyle neredeyse birebir aynı. Oyuncak bebekler hariç. Onun anlamını bir türlü çözemedi. Ama Aden bu fotoğrafların gerçek olduğuna bile inanmıyor, hepsinin bilgisayar ile yapıldığını düşünüyor. Hepsini yakıp yok etmiş.”
Fetüs ve oyuncak bebek. O fotoğrafları görebilmeyi çok isterdi. Ama bir ayrıntı yakaladığını düşündü. Oyuncak bebek.
“Bu oyuncak bebek tam olarak fetüsün yanındaymış, öyle değil mi?”
“Evet.” Fırat arkasına yaslanıp kollarını bağlamış, Önder gibi gözlerini tam karşıya, televizyon ekranına dikmişti. Önder yine dalgın bir şekilde devam etti.
“Oyuncak bebek bir mesaj ya da işaret değil. Bir parça.”
“Ne parçası?”
“Eksik bir şeyi tamamlayan bir parça.” dedi Önder, ona bakarak. Fırat’ta anlamamış gözlerle ona bakıyordu. “İnterpol ile iletişime geçtiniz mi?”
“Evet, araştırmaya başladılar. Diyelim ki yurt dışında bir yerlerde bu tür cinayetler işlenmiş, sonra ne olacak?”
“Siz yetkiniz olduğu kadarını ben de daha fazlasını yapacağım. Şimdi önemli olan o fotoğrafların gerçek olup olmadığı. Sonra neden öldürüldükleri ve en son şey, onları kimin öldürdüğü. Bunları öğrenmek için de önce oyuncak bebeklerin neyi tamamladığını öğrenmemiz gerek. Kadınlar tek bebeğe mi yoksa ikizlere mi hamileydi, bunu öğrenmemiz gerek. Hamilelikleri evlilikten mi yoksa evlilik dışı mı bu da önemli. Meslekleri... Bu tür şeyler. Bunları öğrendiğimizde katil ile ilgili kaba taslak bir profil oluşturabiliriz.”
Fırat başını evet anlamında salladı.
“Peki ikiz veya tek bebek olmaları neyi değiştiriyor?” diye sordu, düşünceli bir şekilde.
“Eğer kadınlar tek bebeğe hamileyseler, oyuncak bebek onları ikiz olarak tamamlamak için oraya bırakılmış olabilir. İkiz bebeklerse de fetüslerin biri alınıp, yerine bir oyuncak bebek bırakılmış olabilir. Diğer fetüsün ayrılması ve onun yerine yapay bir objenin bırakılması bir çeşit dışlanma mesajı olabilir.”
Fırat şaşkınlıkla baka kaldı.
“Bu sonuca nasıl vardın? böyle bir şey hiç aklıma gelmemişti.”
“İstanbul’da öğrendim.” dedi Önder, alaycı bir tavırla. Aslında bu doğruydu. İstanbul’da görev yaptığı zamanlarda çok karmaşık profillerde katillerle uğraşmış, psikologlarla görüşmüş ve onlardan çok şey öğrenmişti. Öğrendikleri onun şimdiki hayatında pek işine yaramıyordu. Ama mesleğini icra ettiği dönemlerde çok fazla işine yaramıştı. Yeni bilgi öğrendikçe aslında ne kadar bilgisiz olduğunu da öğreniyordu. Ama yine de biraz önce ortaya attığı şey sadece kendi teorisiydi. Bunların tam tersi de olabilirdi. Yine de her türlü ihtimali değerlendirmesi gerekiyordu. “Faruk amcadan izin alıp İstanbul’a giderim, biraz araştırma yaparım. Polise konuşmayan birilerini bulabilirim.” diye ekledi.
“Ciddi misin? Gerçekten bunu yapacak mısın?”
“Neden olmasın? ben bir devlet memuru değilim, sıradan bir vatandaşım. Kimse benden şüphelenmez, bunu siz söylediniz.”
Fırat bir yandan tedirgin diğer yandan da heyecanlı görünüyordu. Acaba Önder’in can güvenliğinden mi endişe ediyordu yoksa ona bunları kendilerinin yaptırdıklarının ortaya çıkmasından mı korkuyordu anlaşılmıyordu.
“Tamam ama Melisa’ya da haber vermemiz gerek.”
“Bu arada, bankadan bir şey çıktı mı?”
“Az kalsın unutuyordum.” dedi Fırat, bir şeyi hatırlamış gibi parmağını şaklatarak. Hızla oturduğu yerden kalkıp salondan çıktı ve bir süre sonra, elinde ince bir dosyayla geri döndü. Koltuğa otururken aynı anda açıklama yapmaya başladı. “Dosyayı Melisa’dan aldım, sana vermemi söylemişti. Bir bakalım... iste burada.”
Dosyanın bir sayfasını açtı ve Önder’e uzattı. Kâğıtta baştan aşağı bir sürü IBAN numaraları, tarihler ve para miktarları yazıyordu. Önder dökümana göz atarken, Fırat açıklamasına devam etti.
“Tek bir para çıkışı var, para gönderilen hesapların hepsi aynı hesap, yurt dışı hesabı. Bu yüzden hesap sahibinin kimliğini saptamakta biraz zorlandık. Banka, yurt dışı hesabının ait olduğu banka ile görüşecek, hesabın sahibini öğrenecek ama bundan bir şey çıkmaz. Bu kişi her kim ise arkasında iz bırakmamak için her şeyi yapmış olmalı. Yurt dışı hesabı açıp kendi adını kullanacak hali yok.”
“Muhtemelen...” diyerek, ona katıldı Önder. “Okuldaki çocuklardan biri olabilir mi? O değişik gruplardan...”
“Ya da Aden...” Fırat bunu alaycı bir tavırla söylemişti, ama Önder ciddiye almıştı.
“Unuttuğun başka bir şey daha olabilir mi?” diye sordu Önder, dikkatle ona bakarak.
Fırat gözlerini tavana dikip bir süre bekledi. Sonra dudağını büktü ve cevapladı.
“Hayır, yok.”
Önder başını evet anlamında salladı.
“E-postalardan bir haber var mı? bir dil uzmanıyla görüşecektiniz.”
“Hala çalışıyor, asıl önemli olan orada yazan mesajlar zaten.”
Önder ayağa kalktı.
“Tamam, bir şey olursa bana haber verirsin.”
Önder poğaçalara dokunmamıştı ama en ardından sıcak bir çay içebilmişti, bu ona şimdilik yeterdi. Kahvaltısını daha sonra da yapabilirdi. Salon kapısına doğru ilerlerken bir melodi duyuldu. Fırat’ın telefonu çalıyordu. O telefonu cevaplarken, Önder’de salon kapınsın önünde durup onu dinledi.
“Alo... Evet, orada kim var? Tamam, daha sonra sorgusunu izlerim. Hoşça kal.”
Telefonu kapatır kapatmaz, Önder merakla sordu.
“Kimdi?”
“Cansu. Faruk amcanın bahsettiği çocuğu sorguya alıyorlarmış. Onu haber veriyor.”
“Sen gitmeyecek misin?”
“Bugün hafta sonu Önder. Dinlenme ve eğlenme günü.”
Önder ağır ağır başını salladı.
“Bana bilgi verir misin?”
“Sorgusu tamamlanınca arayacaklar, eğer köyde olmazsan seni ararım.”
“Tamam. Bu arada, büyük ihtimalle akşam yola çıkarım. Ben yokken Faruk amcaya dikkat et olur mu? gözün üzerinde olsun.”
“Sen merak etme, bize emanet.”
Önder binadan çıkıp araca bindi. Dosya hala elindeydi, köye dönünce onu detaylı bir şekilde inceleyecekti. Ama köye gitmeden önce uğrayacağı başka bir yer vardı. Fırat’a söylemek istememişti ama Aden’i görmeye gidecekti. Hangi hastaneye yatırıldığını sormamıştı, ama zaten şehirde bir tane akıl hastanesi vardı. Ailesinin orada olup olmadığını bilmiyordu ama sorun çıkaracaklarını da sanmıyordu. Bunu Fırat’a söylememesinin nedeni, her nedense hiçbir kanıt olmamasına rağmen tüm bu suçları onun üzerine yıkmaya çalışmasıydı. Ayrıca Fırat ondan bir şeyler saklıyordu. İlk başta Önder’de Mert’in ölümünden onu sorumlu tutuyordu ama artık içinde başka bir his vardı. Ortaya yeni şeyler çıktıkça, bu olay git gide Aden’den uzaklaşıyordu. Mert’i öldürmesi için gayet makul sebepleri vardı. Hatta bunu yaptığını itiraf edip nefsi müdafaa kanunundan yararlanabilirdi. Bir avukat olarak annesi de bunu gayet iyi biliyordu. Ama İstanbul’daki bir fahişeyle ya da eline ulaşan fotoğraflardaki cesetlerle ne gibi bağlantısı olabilirdi? Hala yerine oturmayan bir şeyler vardı. Aden henüz testlere girmemişti ve hasta olup olmadığı, bir şeyleri gerekten unutup unutmadığı bilinmiyordu. Mert’in ölümüyle ve ona gönderilen fotoğraflarla birebir bağlantısı bulunmuyordu. Bu yüzden tüm bunları Aden’e bağlayacak hiçbir kanıt yoktu. Önderin bildiği tek şey Mert’in cinayetini planladığını itiraf etmesiydi, hepsi bu. Belki de tamamen yanlış yere bakıyorlar, yanlış kişinin üzerine gidiyorlardı. Aklına Okan geldi. Aracın içinde oturup bir süre düşündükten sonra çok zor bir karar verdi. Cep telefonunu çıkarıp Fırat’ı aradı, tekrar daireye çıkmaya üşenmişti. Telefon ilk çalışta açıldı.
“Bir şey mi unuttun?” diye sordu Fırat.
“Sana bir şey söyleyeceğim ama bunu Melisa’nın öğrenmemesi gerek. Hatta hiç kimsenin, anlaştık mı?”
“Evet, neymiş?”
“Aden’in hem sitedeki evinden hem de köy evinden alınan parmak izleri vardı ya...”
“Evet.”
“Okan’ın parmak izlerinin de o izlerle karşılaştırılmasını sağlaya bilir misin?”
“Okan mı? Melisa’nın dayısı Okan mı?” diye sordu Fırat, şaşkınlıkla. Tedirginliği ses tonundan anlaşılıyordu. Önder onu bu konuda ikna etmekte zorlanacağını biliyordu ama bunu yapmak zorundaydı, en azından denemeliydi.
“Evet o. bunu yapabilir misin?”
“Yapabilirim ama yapmayacağım Önder, iyice saçmalamaya başladın.”
“Bak... Bunu ikimizden başka hiç kimse bilmeyecek. Ne seni ne beni...”
“Bunu yapamam Önder! Hayır.” diye tekrarladı Fırat net bir şekilde.
“Bak Fırat, birkaç gece önce Okan’ı onların evinden çıkarken gördüm. Evin ışıkları yanmıyordu, oraya herkes uyurken girmişti. Ne yaptığını sorunca bana yalan söyledi. Sonra eve birinin girdiğini gördüğünden falan söz etti. Bu bana biraz şüpheli geldi.”
Hem kendisinin hem de Aden’in o eve daha önce birilerinin girdiğini bildiklerini söylememişti. Çünkü bunu söylerse, Okan’ın sonradan doğruyu söylediğini düşünecek ve bu konunun üzerinde durmayacaktı.
“Ne demek istiyorsun, o eve girip ne yapmış olabilir ki?” diye sordu Fırat, öfkeyle.
“Bilmiyorum, bende bunu öğrenmek istiyorum. Bir soruşturmada herkese potansiyel şüpheli olarak yaklaşmak gerekmez mi?”
“Evet ama bu içimizden birinin dayısı olamaz!”
“Nereden biliyorsun Fırat? ben bir şey ima etmiyorum, sadece bir kontrol hepsi bu... Onu o evden çıkarken gördüm, kendi gözlerimle. Sadece içeride ne yaptığını, nerelerde dolaştığını bilmek istiyorum hepsi bu.”
Bir süre sessizlik oldu, Fırat düşünüyordu muhtemelen. Önder yanlışlıkla onun fikrini değiştirecek bir şey söylememek için sessizliği bozmadı. Sonunda Fırat cevabını verdi.
“Tamam ama bu aramızda kalacak, hiç kimse bilmeyecek! Anladın mı?” diyerek, sıkıca tembihledi.
“Merak etme, kimse bilmeyecek. Ben sana parmak izi alınacak bir şeyler getiririm.”
“Tamam, bakalım başımı daha ne kadar belaya sokacaksın...”
“Beni bu işe siz bulaştırdınız.” dedi Önder ve telefonu kapattı. Sonra kontağı çevirip, şehirdeki tek akıl hastanesine doğru yola koyuldu.
Yorumlar
Yorum Gönder