Aden'in Rüyası (Bölüm 34)
Karanlığın içinde doksan kilometre hızla ilerliyordu. Yolu yalnızca aracının farları aydınlatıyordu. Hastaneden çıktıktan sonra Okan’ın aracını ona teslim edip kendisine maliyeti düşük bir araç kiralamıştı. Okan işe gidip geldiğinden dolayı onun aracıyla İstanbul’a gidemezdi. Faruk amcadan iki hafta izin almış, arkadaşlarının gözünün onu üzerinde olacağını, korkmaması gerektiğini söylemişti. Ama yaşlı adam kendisinden çok onun için endişelenmişti çünkü İstanbul’a ne için gittiğini biliyordu. Yanına yalnızca birkaç parça yedek kıyafet ve Melisa’dan aldığı cinayet dosyası vardı. Gözü yolda, aklı ise hastanede yaşananlardaydı. O anı aklından bir türlü çıkaramıyordu. Nasıl olur da böyle bir hata yapabilirdi. Asıl sorun Aden’in bunu yapması değil, Önder’in ona karşılık vermesiydi. Bunu yapmaması gerekiyordu ama iş işte geçmişti. Aden kim bilir şimdi ne düşünüyor ne hayaller kuruyor ne beklentilere giriyordu. Sahi Aden bunu neden yapmıştı, hangi cesaretle? Melisa bile onca yüzsüzlüğüne rağmen hiçbir zaman böyle bir şeye kalkışmamıştı ama Aden ondan daha yüzsüz çıkmıştı. Belki de cesurdu. Yine de Önder bunu yapmamalıydı. Karısının hatırasına, ona ait olan bu bedene ve ruha ihanet etmemeliydi. Kendisinden iğreniyordu. İstanbul il sınırlarını geçtiğinde yorgunluktan bitkin düşmüştü. Tuvalete gitmek ve kahve almak dışında hiç durmamış, saatlerce direksiyon sallamıştı. Kendisine kalacak bir yer bulmadan önce mezarlığa doğru sürdü. Oraya vardığında aracı durdurdu ve bir süre öylece durup, karanlıkta parlayan beyaz mezar taşlarına baktı. Yolu aydınlatma direkleri aydınlatıyordu ama mezarlık zifiri karanlıktı. Oraya gitmeye korkuyordu. Karanlıktan veya ölülerle dolu bir mekân olduğundan değil, karısının karşısına çıkmaktan korkuyordu. Ona ne söyleyecekti? Nasıl hesap verecekti. Sonunda kendisini hazır hissettiğinde, ağır ağır araçtan indi ve mezarlığın girişine doğru yürüdü. Sonra telefonunu çıkarıp fenerini yaktı ve kapıdan içeri girdi. İstanbul’da hiç kar yoktu, bu şehirde sevmediği şey buydu, yapaylık. Doğal denecek hiçbir şey yoktu. Hava bile doğallıktan yoksundu. Bu mevsimde her yerin beyaz örtüyle kaplı olması gereken yalnızca soğuk yağmur ve çamur vardı. Zemini kaplayan çamurun içine bata çıka, küçük adımlarla yürüyerek Melda’nın mezarını aradı ve buldu. Mezarın üzeri ölü çiçeklerle doluydu. Ayrıca mermerler çamura bulanmıştı. Tamer bu hafta mezarlığa gelmemişti anlaşılan. Çiçekleri değiştirmemiş, mermerleri temizlememişti. Daha sonra ona bunun hesabını soracaktı. Mezarın tam yanına yere, dizlerinin üzerine çöktü. Toprağa dokunmak için elini uzattı ama sonra geri çekti. Fenerini kapatıp cep telefonunu montunun cebine koydu. Şimdi o da buradaki tüm mezarlarla beraber karanlığa görmüştü. Ama karanlığa rağmen parmağındaki ışıldayan alyansını fark etti. Sanki Melda ona, yüzüğüne bakması için bir işaret vermişti. Durduk yere gözü neden yüzüğüne takılmıştı? Karısı ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Diğer eliyle alyansını parmağına sokup çıkardı, evirip çevirdi. O an aniden gözlerinin önünde bir görüntü belirdi. Aden’in suratı tam karşısındaydı. Kocaman açtığı gözleriyle ona bakıyordu. Suratını onun suratına yaklaştırıyor, dudaklarını onunkilerle birleştirmeye çalışıyordu. Önder aniden gözlerini sıkı sıkı kapattı ama görüntü kaybolmadı. Aden onun dudaklarına yapıştı. Önder bu kez de gözlerini açarak birkaç kere kırptı. Kendisinden daha da iğrenmeye başladı. Karısının yanında, onun mezarının başında başka bir kadınla yaşadığı ahlaksızlığı düşünüyor, gözünde canlandırıyordu. Kendisi de ahlaksızın tekiydi. Kendisinden nefret ediyordu. O berbat bir adamdı. Bir elini kaldırıp mezar taşına dokunacağı sırada, bu kez de gözlerinin önünde başka bir görüntü belirdi. Melda bir hastane sedyesinde uzanıyor, yanındaki monitörde, karının üzerinde gezinen ultrasın cihazının gösterdi bebeğini izliyordu. Onun kalp atışlarını duymaya başladı. Sonra Melda başını ona çevirdi ve heyecanla gülümsedi. Önder tekrar gözlerini kırptı ve aynı anda elini mezar taşından çekti. Başını yukarı kaldırıp derin derin nefes alıp vermeye, görüntülerin gözünün önünden gitmesi için gök yüzünde bir tane yıldız görmeye çalıştı ama hiç yıldız yıktı. Gökyüzü yağmur bulutlarıyla bulanıklaşmıştı. O sırada görüntüler devam etti. Melda tuvalete girip kapıyı hızla onun suratına çarpıyor. Melda çığlıklarla atıyor. Melda ona bir kez olsun bebeğinin ultrason randevusuna gitmesi için yalvarıyor. Melda ölü bebeğinin alındığı ameliyat sonrası bitkin bir halde hastane yatağında uzanıyor.
Tüm bu görüntüler hızlıca, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Karısı ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Belki de ona ders vermeye, intikam almaya çalışıyordu. Aslında mezarının başına oturduğundan beri bir kez oldun mezarına dokunmasına izin vermemesinden ne anlatmaya çalıştığı gayet açıktı. Onun kirli ellerinin artık mezarına dokunmasını istemiyordu.
Ona bu kötü hayalleri göstererek ondan intikamını alıyordu. Önder ayağa kalkıp derin derin nefes alıp verirken, aynı anda kendi etrafında bir tur attı.
O sırada en kötüsü oldu. Gözlerini önündeki görüntüde, Melda elleri ve ayakları duvara bağlı bir zincirle bağlanmış, çıplak ve yaralı bedeni yerde can çekişiyor, acı içinde inliyordu.
Önder gözlerini kocaman açarak şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Yutkunmaya çalıştı ama tükürüğü boğazına takılıp kaldı. Neredeyse boğulacaktı, nefes alamıyor, sesini bile çıkaramıyordu. Bir anlığına felç geçirdiğini sandı ama öyle olsaydı, hala ayakta duramayacağını düşündü. Gözlerinden yaşlar süzülüyor, bir karış açık kalmış ağzını etrafından salyaları akıyordu ama o bunların farkında bile değildi. Gözleri hala fal taşı gibi açıktı. Olduğu yerde taş kesilmiş, donup kalmıştı. Görüntüler bir anlığına kayboldu. Zeminde siyah çamura dönmüş toprağa baktı ama bu çok kısa sürdü. Biraz sonra katille randevulaştığı mezarlığı ve Melda’nın diri diri gömüldüğü iki mezar arasındaki alanı gördü. Katil, karısını geri vereceğini söyleyerek ona bir mezarlıkta randevu vermişti, ama diri diri gömülü halde vereceğini söylememişti. Bunu gördüğü an gözlerini sıkıca kapattı, dişlerini olabildiğince sıktı ama göz yaşları ve salyaları hala süzülüyordu. Biraz sonra bedenindeki felç hali yavaş yavaş geçmeye, kasları gevşemeye başladı. Arkasını dönüp karısının mezarına baktığı sırada gözlerinin önünde tekrar Aden’in suratı, sonra da dudaklarına değen dudakları belirdi. O sıcaklığı ve nefesinin kokusunu hala hissedebiliyordu. O an midesinden ağzına hızla gelen sıvıyı fark etti ve başını başka yöne çevirip kustu. Öyle şiddetli kusuyordu ki kustukça daha fazlası geliyor, nefes alamıyordu. Bu kez ağlaması hıçkırıklara dönüştü. Boğazı patlayacak, midesi ağzından fırlayacak gibi hissediyordu. Bir an bilincini kaybedeceğini sandı ama bu olmadı. Olduğu yerde dizlerinin üzerine düştü. Pantolonu çamura ve kusmuğa bulandı. Elleriyle karını tutuyor, öne arkaya sallanarak hüngür hüngür ağlıyordu. Ağzından hala kusmuk ve salya akıyordu ama bunu umursamıyordu. Olduğu yerde dizlerinin üzerinde arkasını dönüp, Melisa’nın mezarına yaklaştı. Aynı anda hem elleriyle mezarın üzerindeki toprağı okşuyor hem de hıçkırıklar arasında karısından af diliyordu.
“Özür dilerim... Özür dilerim... Ne olur affet! Özür dilerim... İsteyerek olmadı, ne olur beni affet... Özür dilerim...”
Karısından bir cevap bekliyordu. Alamayacağını biliyordu ama yine de bekliyordu. Hiçbir karşılık alamayınca bu kez çılgına döndü. Ona sarılmak, kucaklamak, ona dokunarak özür dilemek, kendisini affettirmek istiyordu. Elleriyle toprağı kazmaya başladı. Sanki toprağın altından canlı birini çıkarmaya çalışıyordu. Orayı kazdıkça mezar açılacak, karsını kurtaracak ve onun çürümemiş, eskisi gibi olan bedenini sarıp sarmayacaktı. Aynı anda hıçkırıklarla ağlamaya, karısından özür dilemeye devam ediyordu. O sırada omzuna bir el dokundu ama o bunu umursamadı. Toprağı kazmaya devam etti. Bu kez iki el onu omuzlarından kavrayıp durdurmaya çalışıyordu.
“Önder... Ne yapıyorsun? Dur...”
Önder sesi duydu ama algılayamadı. Beyni tamamen toprağın altındakş ölü bedene odaklanmıştı.
“Önder... Sakin ol, dur...”
Önder hareketlerini yavaşlatıp başını kaldırdı ve karanlık bir silüet gördü. Onun kim olduğunu biliyordu ama hala olan biteni algılayamıyordu. Karşısındaki Tamer’di. Bu saatte burada ne işi vardı? Tamer onun yanına, dizlerinin üzerine çökerek ellerini omuzlarına sardı ve onu sakinleştirmeye çalıştı. Önder’de başını ağır ağır arkadaşının göğsüne yasladı ve rahatlayana kadar ağlamayı sürdürdü. Ona uzun gibi gelen birkaç dakikanın ardından, Önder nihayet yavaş yavaş sakinleşti ve Tamer’in de yardımıyla, zor da olsa ayağa kalmayı başardı. Tamer onun koluna girerek onu mezarlığın dışındaki aracına kadar götürdü. Önder’in kiralık aracı biraz gerideydi ama Tamer bunu bilmediğinden, Önder’i kendi aracının ön yolcu koltuğuna oturttu.
“Burada bekle, gidip çiçekleri alayım.”
Tamer araçtan uzaklaşırken, Önder boş gözlerle onun arkasından baktı. Neler olduğunu hala algılayamıyordu. Ne çiçeğini almaya gitmişti, neden bu saatte buradaydı hiçbir şeyden haberi yoktu. Tamer geri gelip aracın arka koltuğuna, içi çiçek dolu bir kasa bıraktı. Demek çiçekleri tazelemeye gelmişti ve tesadüf eseri karşılaşmışlardı. Tamer şoför mahalline geçip kontağı çalıştırdı. O sırada Önder’in aklına kiralık aracındaki dosya ve çantası geldi.
“Bekle. Arkadaki arabada eşyalarım var onları...”
Tamer aynadan arkadaki araca baktı. Sonra Önder’den anahtarı alıp kiralık araçtaki eşyaları aldı ve geri döndü. Önder ona yük olmamak için bir pansiyonda kalmayı planlıyordu ama anlaşılan Tamer onu kendi evine götürecekti. Yola çıktılar. Tamer yol boyunca konuştu, sorular sordu ama Önder ağzını bile açmadı. Tamer’de cevap alamayacağını anlayınca da sonunda susmak zorunda kaldı.
“İşte geldik.”
Araçtan indiklerinde Tamer, Önder’in eşyalarını yüklendi. Çiçeklerle dolu kasayı ise daha sonra tekrar mezarlığa gideceğinden dolayı araçta bıraktı. Beraber eve girdiler. Tamer eşyaları salona götürürken Önder kendisini banyoya attı. Üzeri kusmuk ve çamur içindeydi. Sırılsıklamdı ve leş gibi kokuyordu. Üzerindeki her şeyi çıkarıp çamaşır makinasının içine tıktı ve makinayı çalıştırıp duşa kabine, sıcak suyun altına girdi. Kirli kıyafetlerini yere ya da kirli sepetine koyarak Tamer’e daha fazla iş çıkarmak istemiyordu. Bir süre sıcak suyun altında bekleyip kaslarının gevşemesini, bedenini rahatlamasını bekledi. Sonra da güzelce temizlendi. Aden’i öptüğü an aklına geldikçe midesi yine bulanmaya başlıyordu. Dudaklarını iyice ovalayıp o kirden arındırmaya çalıştı. Temizlendikten sonra duşa kabinden çıkıp kurulandı ve belden aşağısına sardığı havluyla banyondan çıkıp, çantasının bulunduğu salona gitti. O üzerin giyinirken Tamer’de ikisine içecek sıcak bir şeyler hazırlamıştı. İçecekleri orta sehpanın üzerine koyup ortamı biraz şenlendirmek için televizyonda bir haber kanalı açtı. Sonra arkasına yaslandı ve sanki Önder orada değilmiş gibi televizyona odaklandı. Önder’de onun yanında üzerini giyinmeye devam etti. Duvardaki saat sabahın altısını gösteriyordu ama hava hala karanlıktı. Evin içini ise tavan laması aydınlatıyordu. Haberleri sunan kadın spiker hafta boyu sağanak ve fırtınanın devam edeceğini söylüyordu. Bu Önder için sorun değildi. Bundan daha kötü hava şartlarına alışmıştı.
“Ne oluyor?” diye sordu Tamer. Artık konuşmak için sabırsızlanıyordu.
“Mezara hiç gitmemişsin.” diyerek, karşılık verdi Önder.
“Özür dilerim. Çok yoğundum, anca fırsat buldum. Senin burada ne işin var? bana geleceğinden hiç bahsetmedin.”
“Bir işim çıktı.” dedi Önder ve kendisini koltuğa bıraktı. Sehpanın üzerindeki fincanı alıp çayından bir yudum aldı. Sonra çantasına uzanıp sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı.
“Ne işi? senin zaten bir işin yok mu?” diye sordu Tamer ve kollarını bağladı.
Önder sigarasından derin bir nefes alıp dumanı geri verdikten sonra, baygın gözlerle ona baktı. Ona olaydan bahsedip bahsetmemek konusunda kararsızdı.
“Birileriyle görüşmem gerek, hepsi bu.” diyerek geçiştirdi, ama karşısındakinin de bir komiser olduğunu ve böyle basit yalanlara inanmayacağını unutmuştu.
“Ne oluyor Önder, bana açık konuşur musun? Orada ne işin vardı?”
Önder kaşlarını çatarak ona baktı.
“Karımın mezarına ne zaman gideceğimi sana mı soracağım?”
“Affedersin, yani... Öyle demek istemedim. Tamam... Sadece...”
Önder onun sözünü kesti.
“Bunun aramızda kalacağına söz vermeni istiyorum.” diyerek, onu tembihledi. Bunu ondan gizli de yapabilirdi ama hem onun evinde kalıp hem de ondan bir şeyler saklaması doğru olmazdı. Ayrıca Tamer’in ona yardımı da olabilirdi. Sonuçta burada olan bir cinayet olayını araştıracaktı ve Tamer cinayet masası komiseriydi. “Haberlerde görmüşsündür. Şu üniversiteli çocuk...”
“Ha evet. Olay çok fena...Katili hala bulunamamış ama bence kim olduğu belli.”
“Kimmiş?”
“Aden denen kız. Bence katil o.”
Önder kaşlarını çattı ve merakla sordu.
“Neden onun katil olduğunu düşünüyorsun?”
“Kızı iki kere göz altına aldılar. Birinde savcının karşısına bile çıkmadan serbest kaldı. İkincisinde ise akıl hastanesine yatırıldı. Kızın annesi avukatmış. Kızını ulu orta sahipsiz bırakacak hali yok. Hapse gireceği kesin gibi göründüğünden dolayı ailesi bir şekilde onu akıl hastanesine kapattı. Hastaneden gerekli raporlar çıkana kadar annesi bu işin icabına bakar ve kızı ya kaçırıp saklarlar ya da bir şekilde hapse girmekten kurtarırlar. Ayrıca kız, kurbanın eski sevgilisi ve bazı olaylar yaşanmış. Cinayet ise bir kin ve nefretle işlenmiş. Çocuk parçalanmış. Bu bir intikam cinayeti. Bana kalırsa katil o kız.”
Önder onu dikkatle dinliyordu. Onun aklına gelmeyen bazı detaylar Tamer’in aklına gelmişti. Üstelik olayı sadece haberlerde gördüğü kadarıyla biliyordu. Olayda adı geçen hiç kimseyi tanımıyor, olaya ve kişilere tamamen uzak olduğundan dolayı bazı şeyleri geniş açıdan görebiliyordu. Ama Önder hem şüpheliyi hem kurbanı tanıyordu ve olaylara çok daha yakındı. Bu yüzden yalnızca küçük bir kısmı görebiliyordu.
Belki de gözünün önünde olan çok önemli bir detay vardı, ama tek bir noktaya odaklandığından dolayı o detayı göremiyordu.
“Ben kızı tanıyorum.” dedi Önder, aniden. “Kurbanı da tanıyorum, olayın da çok yakınındayım.”
Tamer gözlerini kocaman açarak, şaşkınlıkla ona baktı.
“Nasıl?” diye sordu merakla.
“Şüpheli kız benim karşı komşum. Kurban çalıştığım okulun öğrencisi. Soruşturmayı eski mesai arkadaşlarım yürütüyor.”
Tamer heyecanla Önder’e biraz daha yaklaştı ve daha rahat göz teması kurmak için ona doğru döndü.
“Sen ciddi misin? Bu olayla ilgili ne biliyorsun?” diye sordu heyecanla. Önder başını çantasını üzerinde duran dosyaya çevirdi. Tamer onun dosyaya neden baktığını anladı. “Bu onunla mı ilgili?”
“Evet. Aslında bilmiyorum, araştıracağım. Sadece bazı benzerlikler olan bir cinayet dosyası.”
“Buraya bunun için mi geldin?”
“Evet.”
“İyi ama orada olan bir cinayet olayının burayla ne bağlantısı var?”
“Dosyada geçen cinayet burada işlenmiş. Sen de belki bu konuda bana yardım edebilirsin.”
Tamer bu kez başını öne eğdi ve gözlerini tek noktaya sabitledi. Yardım kelimesini duyunca düşünceli bir hale bürünmüştü. Onlarla alakası olmayan bir iş için başını derde sokmasına gerek olup olmadığını düşünüyordu anlaşılan.
“Sen neden bu konuyla ilgileniyorsun ki?” diye sordu Tamer.
“Çünkü arkadaşlarım istedi. Önce kabul etmek istemedim ama gözümün önünde bir sürü olay yaşanıyorken buna kayıtsız kalamazdım. Hem artık polis olmadığımdan dolayı göze batmadan istediğimi yapabilirim.”
“Anlıyorum.” demekle yetindi Fırat. “Ama sen de beni anla Önder. Bir olaydan ders almazsan aynı sorunları yaşamaya devam edersin, öyle değil mi?” Tamer bunu tamamen isteksizce söylemişi. Önder biraz ısrar etse hemen kabul edecek, ama naz yapıyor gibi bir hali vardı. Yine de Önder onu bu konuda zorlamak istemedi.
“Nasıl istersen. Yarın bir pansiyon bulup gideceğim, sana fazla yük olmayacağım.”
“Saçmalama! sana sadece bu konuda yardım edemeyeceğimi söyledim, burada kalamayacağını değil.”
Tamer ona yardım etmeyeceğini söylemişti ama diğer yandan da meraktan çatlıyor gibi görünüyordu. Tıpkı Önder gibi. O da kendisini ilgilendirmeyen olaylardan uzak duruyor ama diğer yandan da merakına engel olamıyordu. Bu olayda olduğu gibi, farkında bile olmadan kendisini olayları içinde buluyordu. Tamer’de aynısını yapacaktı. Bir süre konudan uzak duracak sonra merakına yenik düşecek ve nasıl olduğunu anlayamadan kendisini bu olayın içinde bulacaktı.
Yorumlar
Yorum Gönder