Aden'in Rüyası (Bölüm 40)


Melisa onu kısa sürede arayacağını söylemişti ama akşam olmasına rağmen hala aramamıştı. O da tüm günü televizyonun karşısında haberleri seyrederek geçirmişti. Koltuktan yalnızca bir şeyler yemek ve tuvalete gitmek için kalkmıştı. Ayrıca neredeyse üç paket sigara bitirmişti. İnsan ne kadar yoksullaşırsa o kadar çok sigara içerdi. O da yoksul sayılırdı. Şimdilik yapabileceği başka bir ley yoktu. Melisadan alacağı bilgilere göre hareket edecekti. Olay artık çözülmüş gibi görünüyordu ama Önder’in içini kaplayan büyük bir sıkıntı vardı. Sanki bir şeyleri yanlış gidiyormuş gibi hissediyordu. Bir yerde atladıkları bir şey vardı ama ne? Koltukta uzandığı yerde uykuya dalmak üzereyken telefonu çaldı. Aninden irkildi ve uzandığı yerden doğruldu. Sehpanın üzerinde duran telefonu alıp ekrana bakmadan cevapladı. Melisa’nın sesini duyunca daha da heyecanlandı.
“Ne söyleyeceksin?” diye sordu Önder.
“Ah... Bir dakika bekle.” sessizlik oldu. Sonra melisa devam etti. “Kahveyi elime döktüm, bekle şuraları temizleyeyim.”
Önder derin bir iç çekip arkasına yaslandı. Melisa’nın sesini tekrar duyana kadar epey zaman geçti ama bir şey söyleyemedi. Zaten bir faydası olmazdı telefon elinde değildi muhtemelen.
“Tamam geldim.” dedi Melisa, sonunda.
“Evet, seni dinliyorum.”
“E-postalar için aradım. Dil uzmanı bir şeyler buldu, aslında tam olarak çözülmedi ama genel olarak bilgi verdi.” Melisa kahvesini höpürdetti, yutkundu ve devam etti. “Aslında bu zaten kullanılan bir teknikmiş. Çok özel yazışmalarda kullanılıyormuş. Baksana, her geçen gün yeni bir şeyler öğreniyoruz. Her bir nokta sayısının anlamları varmış. Mesela tek haneli noktalar, özellikle tehdit hakaret veya argo anlamlar içeriyormuş. Çift hanelilerde bunun tam tersi. Ama uzmanı zorlayan şey burada tekniğin farklı kullanılmış olması.”
“Nasıl yani?”
“Tam tersi... Tek haneli noktalar yalnızca gönderen kısmında, yani Mert’in gönderdiği mesajlarda var. Karşı taraftan gelenlerin tamamı çift noktalı. Yani teknik olarak bakıldığında, Mert’in karşıdaki kişiyi tehdit ettiğini görüyoruz ama durum bunun tam tersi.”
“Nereden anladınız? Belki de kötü bir şey yoktur. Gerçekten de samimi olduğu bir arkadaşıyla farklı bir yöntem ile yazışmış olabilir.” diyerek, fikir yürüttü Önder.
“Haklı olabilirsin ama bunu biz anlamadık. Yazı dilini kullanan kişi Mert’e bir mektup göndermiş. Eşyalarının arasından çıktı. Mektupta dilin nasıl kullanıldığını anlamış ve bunun tam tersini yapmasını söylemiş. Ayrıca teknikleri ezberledikten sonra mektubu yok etmesini söylemiş ama çocuk, tıpkı bilgisayar şifresini ve e-postaları bulmamız için bıraktığı gibi mektubu da bırakmış.”
“Ne konuşmuşlar peki?” diye sordu Önder, sabırsızca.
“Kısaca karşı taraf Mert’i tehdit ediyor. Ona emirler yağdırıp istediği her şeyi yapmasını, aksi halde başına büyük belalar alacağını söylüyor. Tuğra ile konuştuk, bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyor. Ama bunlardan daha ilginç olan bir şey var.”
“Neymiş?”
“Bilişime göre tüm bu yazışmalar Aden ile yapılmış.”
“Anlamadım.” dedi Önder ve ayağa fırladı. O sırada ani bir baş dönmesi oldu ve gözleri karardı. Duvara tutunarak pencereye doğru yaklaştı, camı ardına kadar açtı. Saatlerdir içeride sigara içiyordu ve hiç havalandırmamıştı. Salon resmen duman altıydı. Önder alıştığından dolayı rahatsız olmuyordu ama dışarıdan gelen birisi kolay kolay nefes alamazdı.
“Araştırmalar bunu gösteriyor. Hesapların tamamı Aden’e aitmiş. Hepsi Aden’in oturduğu bölgeni baz istasyonlarından sinyal vermiş. Tek fark cihaz. Muhtemelen Aden’in devamlı kullandığı telefonu dışında başka bir telefonu daha var.”
Önder derin derin soğuk havayı soluyordu. Hava karanlıktı ve sokakta, işten evlerine dönen birkaç insandan başka kimse yoktu. Ayrıca şehir merkezinde olmasına rağmen dışarıda insana huzur veren derin bir sessizlik vardı. Şimdi düşününce içindeki sıkıntının sebebinin başka bir şey olduğunu kabullenmesi gerekiyordu. Belki de köyde bir sorun olmuştu, belki hayvanlardan biri kaybolmuş ya da ölmüştü. Ya da en kötüsü, evdekilere bir şey olmuştu. Bu düşünce onu ürküttü.
Hemen kafasından atmaya çalıştı. Ama kabullenmekte zorlandığı şey Aden’in gerçek bir katil olduğuydu. Bunu kabullenmesi gerekiyordu. Sonuçta her insanın intihara eğilimi olduğu gibi içinde az da olsa psikopatlık da olurdu. Aden’de onlardan biriydi. Sadece o herkes gibi zor olanı yaparak iyi olmaya çalışmak yerine içindeki sadistliğe yenilmiş, kendisini ona teslim etmişti. Tüm yaptıklarının cezasını çekmeliydi.
“Ben ne yapacağım şimdi?” diye sordu Önder, buz gibi bir sesle.
“İnterpol’den bilgi aldık. Elimizdeki dosyaların ayrıntılarını da verdik ama şimdilik hiçbir yerde, bunlarla birebir aynı cinayetler işlenmemiş. Benzerleri var ama elimizdekilerle hiçbir alakaları yok. Akrabalar, ortak arkadaşlar, sosyal medya etkileşimleri, telefon görüşmeleri... Hiçbir şey... Senin bahsettiğin kayıp iki kadın hala burada olmalı. İstanbul’da değilse bile başka yerlerde. Ama yurt dışında değil.”
Bu bilgi Önder’i biraz olsun rahatlatmıştı. Yurt dışında olan ve ellerindeki dosyalarla bağlantılı olan herhangi bir olay olsaydı, bunları araştırmak çok meşakkatli olurdu. Gerçi polisler bunu hallederdi ama sorun Önder’in merakındaydı. Şimdi yapması gereken şey kayıp iki kadını bulmaktı. Ülke sınırları içinde oldukları sürece onları bulmak kolay olabilirdi.
“Tamam. Ben buradaki arkadaşımı yardım için ikna etmeye çalışacağım. Başka bir şey var mı?” diye sordu Önder ve tekrar koltuğa oturup, telefonu kapatmaya hazırlandı.
“Aslı olayı söylemedim ki?” dedi Melisa ve tekrar kahvesinden bir yudum aldı. Önder sanki dibindeymiş gibi sesleri gayet net bir şekilde duyabiliyordu.
“Söyle o halde, bilmediğim şeyleri sana nasıl sorabilirim.”
“Mesajlarda çok tuhaf, bir o kadar da saçma bir şey bulduk.”
Önder yaslandığı yerden doğruldu ve kollarını dizlerine dayadı.
“Dinliyorum.”
“Aden bize Mert’in ona tecavüz etmeye çalıştığını, ona şantaj yaptığını, onu pazarladığını anlatmıştı. Hatırladın mı?”
“Cinayet sebebi, evet.”
“Tüm bunları yapmasını Aden kendisi istemiş. Her şeyi mesajlarla yazmış ve bunları yamadığı taktirde onu acı çektirerek öldüreceğini söylemiş. Bizzat kendisi istemiş. Mert’te o ne isterse yapmış.”
Önder donup kaldı. Beyni durmuştu, hiçbir şey düşünemiyordu. Hayatında bu kadar saçma, bir o kadar da mantıklı bir şey hiç duymamıştı. Hiçbir kadın bir erkeği kendisine bunca aşağılayıcı şey yapmasını söyleyip, bir de bunalrı yapmadığı taktirde onu öldüreceğini söyleyerek tehdit etmezdi. Bu saçmaydı. Mantıklı olan ise bu cinayeti işlemek için ortada harika bir sebep olmasıydı. Aden, Mert’i şifreli bir dille tehdit ederek kendisini olabildiğince aşağılaması, ona her türlü haksızlığı yapması, paçavra gibi kullanması için her şeyi yapmasını istiyordu. Onu nasıl öldüreceğini de açıkça söylemişti. Mert ise onun istediklerini yaptığı sürece güvende olacağını düşündüğünden dolayı her istediğini yapmıştı. Aden sonunda bu isteğini daha temiz bir yolla gerçekleştirilmişti, yine onun istediği olmuştu. Dolayısıyla onu öldürdüğü zaman bu kanunen nefsi müdafaa sayılacak ve kendisine bunca eziyeti yapan bir erkeği öldürdüğünden dolayı daha az ceza alacaktı. Hatta kadın hakları savunucuları ve medya baskısı devreye girerse ceza bile almadan bu işin içinden sıyrılabilecekti. Buraya kadar tüm plan gayet mantıklıydı. Ama o zaman da onu öldürmesi için başka bir sebep olması gerekiyordu. O sebep şimdiki kadar masum olmayabilirdi. Ortada bam başka bir olay vardı ve Aden onu o olaydan dolayı öldürseydi eğer sonunun ne olacağını gayet iyi biliyordu. Bu yüzden onu öldürmek için daha makul bir sebep oluşturmuş ve onu istediği şekilde öldürülmüştü. O sebep ne olabilirdi? Kayıp olan ve öldürülen fahişeye bakılırsa, belki bir kıskançlık sebebi olabilirdi. Belki de Aden, Mert’e deli gibi aşıktı. Mert’in fahişelerle beraber olduğunu öğrendi ve kıskançlıktan dolayı böyle bir plan kurmuştu. Burada da açık kalan bir nokta vardı. Fahişelerin hepsi burada, Mert ise başak bir şehirdeydi. Ayrıca fahişelerin özellikle hamile olmalarını, fetüslerin çıkarılmasını ve fetüslerin yanına bir oyuncak bebek bırakışmasını açıklayacak bir şey bulamıyordu. Tüm teorileri tükenmişti. Onun yapması gereken tek şey kayıp iki kızı bulmak ve gerisini polislere bırakmaktı.
“Okan ile hakan amca nasıllar, onlarla konuşabildin mi?” diye sordu Önder.
“Gayet iyiler, neden sordun?”
“Hiç, merak ettim sadece. Neyse, görüşürüz.”
Telefonu kapatıp arkasına yaslandı ve dalgın gözlerle, öylece kala kaldı. Gözünün önünde bir seri katil vardı ama o bunun fakrında bile değildi. Üstelik onunla öpüşmüştü.
Eski bir cinayet masası komiseri olarak bir katilin kokusunu bin kilometre öteden alırdı, ama bu kez yapamamıştı. Demek ki mesleğini yapmadığı süre içinde yeteneklerini kaybetmişti. Bu tuhaftı. Belki birçok insan bunu yaşamazdı ama Önder kendisini bu tür işlerden o kadar uzun süre uzak tutmuştu ki artık hiçbir şey hissedemiyor, hiçbir şey yapamıyordu. Neyse ki Aden ile daha fazla zaman geçirmemişti. Çalan telefonuyla irkildi. Telefonun ekranına baktığında, kayıtlı olmayan bir sabit hat numarası olduğunu gördü. Telefonu açıp kulağına dayadı.
“Alo...”
“Önder, benim Aden.”
Önder midesini yandığını hissetti.
“Nasılsın?” diyerek, yalandan ilgi göstermeye başladı Önder. Bu oyundan artık sıkılmaya başlamıştı ama bir süre daha buna devam etmeye karar verdi.
“Hiç iyi değilim Önder, beni hapse gönderecekler. Seninle son kez konuşmak istedim.”
“Artık yapabileceğim bir şey yok Aden. Budan sonra sadece...”
“Beni dinle Önder.” diyerek, onun sözünü kesti Aden. “Bir kız var, aslında var olup olmadığına pek emin değilim. Adı hayal. Benim yaşlarımda, kısa siyah saçlı bir kız. O kızı bul Önder.”
“Ne?” diye sordu Önder, kaşlarını çatarak.
“Sana söylüyorum Önder, o kızı bul ve ne haltlar karıştırdığını öğren. O zaman her şey açığa çıkacak.”
“Sen ne saçmalıyorsun Aden?” diye sordu Önder ve bu ilginç konuşma karşısında gerilerek ayağa kalktı. Salonun içinde volta atarak dikkatle onu dinledi.
“Bana güven Önder! Kız bana her şeyi beraber yaptığımızdan falan bahsediyor, Selim’i ben öldürmedim, o öldürdü Önder. O kızı bul.”
“Ama...”
“Kapatmam gerek, memur bey süremi dolduğunu söylüyor. Hoşça kal.”
“Dur bekle... Kız nasıl bulacağım?” diye sordu Önder, ama telefon çoktan kapanmıştı. Önder gözlerini kocaman açarak telefonu kulağından çekip, ekrana baka kaldı. Bu da neydi şimdi? Hayal isimli, kısa siyah saçlı bir kızı yalnızca bu bilgilerle nasıl ve nereden bulacaktı? Aden’in saçmalıyor olabileceğini düşünürken aklına başka bir detay geldi. Kızın ona her şeyi beraber yaptıklarını söylediğini ve Selim’i onun öldürüldüğünü söylemişti. Bu bilgiyi ilk kez veriyordu, ilk kez böyle bir şeyden bahsediyordu. Acaba böyle bir kız gerçekten var mıydı yoksa suçlamalardan kurtulmak için yine hasta numarası mı yapıyordu? Her ihtimale karşı bunu da araştırmalıydı. O derin düşüncelere daldığı sırada Tamer eve gelmişti ama Önder bunu hiç fark etmemişti.
“Önder, ne yapıyorsun?” diye seslendi Tamer. Önder cevap vermedi. Aklı, gerçekten olup olmadığını bilmediği Hayal denen kızdaydı. Aden telefon hakkını yalnızca bunu söylemek için kullandığına göre, üstelik hastanede yaşadıkları o kısacık anla ilgili değil de bu konu hakkında koşuştuğuna göre ortada bir sorun olduğu açıkça ortadaydı. Eğer bunu bir an kafasında uydurmadıysa, belki rüya defterine bununla ilgili bir şeyler yazmış olabilirdi. Kafası allak bullak olmuştu, en iyisi yatıp biraz uyuyarak kafasını dinlendirmekti. Ama sabaha uyandığından hiç de dinlenememişti, aksine kafası daha doluydu ve kendisini daha yorgun hissediyordu. Tüm gece düşüncelerle boğulmuş, zar zor uykuya dalmıştı. Bundan dolayı tüm vücudu ağırlaşmıştı, hatta nefes alıp vermekte bile zorlanıyordu. Ağır ağır yattığı yerden doğruldu, evde hiç ses yoktu. Tamer muhtemelen işe gitmişti. Yanında duran telefonunu alıp ekrana baktığında saatin on olduğunu fark etti. Bu saate kadar yatmasına rağmen rahat bir uyku çekememişti. Ayrıca Fırat’tan ve Melisa’dan bir sürü cevapsız arama vardı. Melisa onu tam dokuz kere aramıştı. Ağzını yayarak esnedikten sonra ilk önce Melisa’yı aradı. Telefon ilk çalışta açıldı. Sanki telefonun başında onun aramasını bekliyordu.
“Seni adi pislik!” diye bağırdı Melisa, Önder’in tek kelime etmesine fırsat vermeden. Önder bir süre şaşkınlıkla donup kaldı, ona soracak bir şey düşünürken Melisa devam etti. “Senden nefret ediyorum! Sen tam bir aşağılıksın, duydun mu beni?”
“Melisa, bir dakika dur... Ne oldu, neden bu kadar sinirlisin?” diye sordu Önder, merakla. Konuşurken boğazına dikenler batıyordu ama Melisa onun uykusunu iki dakika içinde dağıtmayı başarmıştı.
“Sen nasıl benim dayımı şüpheli olarak araştırırsın? Nasıl onun parmak izini alırsın? Onlar sana kapılarını açtılar, yedirip içirdiler, karşılığı bu mu?”
Önder bıkkınlıkla derin bir iç çekti. Demek öğrenmişti, zaten bir gün mutlaka öğrenecekti, saklayacak bir şey yoktu ama neden bu kadar büyük bir tepki verdiğini anlayamamıştı.
“İyi ama bunu sadece...”
“Ayrıca Aden ile ne halt yediğini de biliyorum, tamam mı? Sen beni aptal mı sanıyorsun, bütün bunları benden saklayacağını mı sandın?”
Önder şimdi anlamıştı. Onun derdi dayısı değil Aden’di. Aden ile yaptığı şeyin hıncını almaya çalışıyordu.
“Melisa, düşündüğün gibi bir şey yok. O an sadece...”
“Sana ne düşündüğümü söyleyeyim mi Önder? Senin de o kaltağında ölmesi... İşte bunu düşünüyorum, beni anladın mı? Umarım ikiniz de geberip gidersiniz.”
Önder bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı ama telefon çoktan kapanmıştı. İki gün içinde yüzüne kapanan ikinci telefondu. Melisa’nın öfkesi gayet doğaldı. O Önder için aylarca uğraşmasına, onun ilgi alanına girmeye çalışmasına ve üstelik aynı sevide olmalarına rağmen Önder ona hiç yüz vermemişti. Ama Aden’in durumu belli olduğu halde, sadece birkaç haftada onu elde etmeyi başarmıştı. Tabi Melisa’nın düşüncesine göre. Bu da onun kafasında büyük bir soru işareti bırakmış, kendisini yetersiz hissetmesine neden olmuştu. Aden ile yaptığı şeyin sadece anlık bir hata olduğunu söylemeye fırsatı bile olmamıştı. Gerçi söylese bile bir şeyi değiştirmezdi. Her şey ortadaydı. Biriyle öpüşmenin yanlışlığı olamazdı, isteyerek veya istemeyerek olsa da bunu yapmıştı. Parmağından duran alyansına baktı. Ne Aden ne de Melisa umurunda değildi. Onun haksızlık yaptığı tek bir kişi vardı, o da mezardaydı. Üzerini değiştirip yanına biraz para, bir paket sigara ve telefonunu alıp evden ayrıldı. Kiralık aracına binip pavyon görünümlü kumarhaneye doğru yola çıktı. Onun ihbarının ardından orada neler değiştiğini çok merak ediyordu. Binaya yaklaştığında fark edilmemek için aracını bir yere park edip durdu ve binayı seyretmeye başladı. Görünürde kimse yoktu. Sadece orada çalışan ve işletme sahibinin kart diye tabir ettiği sermayeleri kapının nünde durmuş, müşteri bekliyorlardı. Muhtemelen onları da göz altına alıp geri serbest bırakmışlardı. Patronları ortalıkta görünmüyordu, acaba hala göz altında mıydı yoksa binanın içinde mi? Oraya gitmeye cesaret edemiyordu. Kadınlar onu tanıyacak ve belki de ona saldıracaklardı. Bu kadınlarla baş edemeyeceğini biliyordu, bir kadına vurarak karşılık da veremezdi. Bu yüzden bir süre orada durup bir hareketlilik olmasını beklemeye karar verdi. Ama bekleyişi çok uzun sürmedi. Aracının şoför kapısı açıldı, Önder şaşkınlıkla kapısını açan hadsize bakarken gözlerinin önünde bir surat belirdi. Bu polise ihbar ettiği mekânın sahibi olan adamdı. Yüz ifadesine bakılırsa Önder’i burada gördüğü için epey memnun olmuştu. Önder yutkundu ve isteksizce gülümsedi. Adam da ona gülümsedi. Önder tam bir şeyler söyleyecekti ki adam onu yakasından tuttu ve araçtan çekip yere düşürdü. Önder yerden kalkmaya çalışırken adam onun başını hedef alarak bir tekme savurdu, ama Önder ani bir refleksle kendisini savunmak için kapanınca tekme omuzuna geldi. O an duyduğu acıyla kolunun kırıldığını düşündü ama hareket ettirebildiğini fark edince bir sorun olmadığını anladı. Tabi bedeninde bir sorun yoktu. Ama ortada büyük bir sorun vardı. Bu herif onun işini bitirecekti. Önder yere kapanmış adamın tekmelerinden başını korumaya çalışırken tekmeler sırtına, kalçasına ve bacaklarına gelmeye devam ediyordu.
“Seni piç kurusu! Beni ihbar etmek neymiş şimdi sana göstereceğim... Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye bağırıyordu adam, aynı anda. Önder yerde bir süre hareketsiz kaldıktan sonra nihayet elini kaldırarak adama durması için bir işaret yaptı, ama bu adamın umurunda bile olmadı. Önder sonunda bağırarak ona sesini duyurmaya çalıştı.
“Dur! Konuşarak halledebiliriz.”
Adam bunu da umursamadı. Önder adamın ancak kendisi isterse ya da yorulursa duracağını anladı ve bir süre daha yerde o şekilde durarak, adamın onu dövmekten sıkılmasını bekledi. Birkaç tekme darbesinden sonra adam onu kolundan tutup sırt üstü çevirdi. Önder onun korkunç suratıyla karşılaşınca dehşete düştü ama sakinliğini korumaya çalıştı.
“Bak, haklısın tamam mı? Dur da konuşalım.” diyerek, adama yalvardı. Diğer yandan da ondan gelecek olan başka bir darbeyi engellemek için eki elini kaldırmış, kendisine siper etmeye çalışıyordu. Adam bir kez daha onu yakasından yakalayıp ayağa kaldırdı. O kadar güçlüydü ki Önder’i hırpalarken ya da oradan oraya savururken hiç zorlanmıyordu. Onu öne doğru itti ve eliyle mekanını işaret ederek içeri girmesini söyledi. Pencerelere dökülen birkaç kişi merakla olup biteni izliyor, kapının önünde bekleyen fahişeler sakızlarını şaklatarak alaycı ve küçümseyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Önder onları görmezden gelmeye çalıştı ama kadınların bakışları o kadar sert o kadar sinir bozucuydu ki Önder şu an yerin dibine girmeyi diledi. İçeri girdiklerinde adam bu kez de onu ensesinden tutup sert bir şekilde bir sandalyeye oturdu. Kendisi de karşısındaki sandalyeye geçip oturdu ve öfke dolu gözlerini ona kilitleyerek, öne doğru eğilip öfkeyle sordu.
“Anlat... Seni buraya kim gönderdi?” diye sordu bağırarak.
Önderin aklına cinayet masasındaki sorgulamalar geldi. Şüphelilere psikolojik baskıyla sindirebilmek için bu yöntemi kullanıyorlar, olabildiğince sert olmaya çalışıyordu. Cinayet masasındaki polisler her zaman bulundukları ortamdan daha soğuk, daha hissiz oluyorlar. Ama adamın bu tavırları Önder’in üzerinde pek bir işe yaramıyordu. Yalnızca yediği dayaktan dolayı kemikleri ağıyordu o kadar.
“Kimse göndermedi, ben kendim geldim.” dedi Önder, buz gibi bir sesle.
“Bana doğruyu söylersen seni salarım. Söyle, kimin itisin?”
Önder bu kez öfkelendi, suratını ateş baştı. Şu an imkânı olsaydı bu herifi burada inletene karar dövebilirdi ama onun hayalini adam gerçekleştirmişti.
“Benimle düzgün konuş.” dedi Önder, diklenerek. “İtlik yapmak sizin camianızda vardır, ben sizden biri değilim.”
“Öyle mi aslanım.” dedi adam ve birilerine seslendi. Önder’in görüş açısında olmayan bir yerden iki tane adam geldi ve Önder’in tam arkasında durup, patronlarının vereceği talimatı beklediler. Önder başını kaldırıp tepesinde dikilen adamlara baktığında içini daha büyük bir korku kapladı. İkisi de iri yarı, kirli sakallı, kaba saba adamlardı. Önder başına ne kadar büyük bir iş aldığını şimdi daha iyi anlamaya başladı. Bu tür adamların işine burnunu sokarsa olacağı buydu.
“Arkadaş kim olduğumuzu merak ediyormuş, ona gösterin.” dedi adam ve keyifle arkasına yaslandı. Önder hızla ayağa fırladı ve kendisini savunmaya çalıştı.
“Bana elinizi bile süremezsiniz, analdınız mı? Suç dosyanızın kabarmasını istemiyorsanız benden uzak durun.” dedi ve oradan ayrılmak için arkasını döndü. Arkasında bekleyen iki adam gözlerini dikmiş, alaycı tavırlarla ona bakıyorlardı. Önder kendisine yol açmak için onları kibar bir şekilde kenara itmek istedi ama iki adam da aniden kollarına yapıştı. Önder neler olduğunu anlayamadan adamlar onu sürükleyerek küçük bir odaya götürdüler. Oda yalnızca duvarda bulunan bir ampulle loş bir şekilde aydınlanıyordu. Duvarlar ve zemin tamamen çıplak betondu ve odada sadece tek bir sandalye ve bir köşede küçük bir masa vardı. Masanın üzerindeki malzemelere ve odanın dekoruna bakılırsa burası bir çeşit işkence odasıydı. İşkence çekecek olan insanlar için fazla masrafa girmek istememişlerdi anlaşılan. Adamlar Önder’i odanın tam ortasında duran sandalyeye oturttular. Önder başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu. Sandalyeye oturdu gibi tekrar kalkmaya çalıştı ama adamlardan biri onu omuzlarından kavrayıp tekrar sandalyeye oturttu. Adam o kadar güçlüydü ki Önder’in canı fena yanıyordu. Sonra Önder’in üzerindeki montunu çıkardı, kazağını da çıkarmak üzereyken Önder kazağına yapıştı.
“Durun! Ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı, ama adam onu duymazdan gelerek kazağını çekiştirip üzerinden çıkardı. Sonra atletini ve en sonunda diğer adamın da yardımıyla pantolonunu... Şimdi üzerinde yalnızca bir baksırla kalmıştı. Arkasında duran adam onu kollarından sıkı sıkı tutarken diğeri de masaya yaklaşıp üzerindeki malzemeleri karıştırdı. Muhtemelen yapacağı işkenceye göre malzemeler arıyordu. Ve bir şeyler buldu. Önder dehşet içinde ona doğru yaklaşan adam bakıyordu. Buraya geldiğini kimseye söylememişti, burada ölürse hiç kimse hiçbir şey bilmeyecekti. Aklına bu sabah Melisa’yla yaptığı telefon konuşması geldi. Ona ölmesini istediğini söylemişti, galiba Melisa’nın bedduası gerçekleşiyordu. Demek canını gerçekten fena yakmıştı. İçinden küfürler savururken adam elinde tuttuğu tuhaf objeyi Önder’in boynuna geçirdi. Daha önceden özenle hazırlanmış tuhaf bir işkence aletiydi. Aslında basit bir şeydi. Boydan boya dikenlerle kaplı, kalın bir demir parçasıydı. Önder başını herhangi bir şekilde hareket ettirdiği an dikenler boğazına saplanacak ve orada ölecekti. Önder gözlerini kocama açmış, ne yapacağını düşünmeye çalışıyordu ama aklına hiçbir şey gelmiyordu.
Boğazında ölümcül bir demir parçası ve odada iki tane acımasız herif varken ne yapabilirdi? Adam demir parçasını taktıktan sonra birkaç adım uzaklaştı ve elinde bir hortumla tekrar ona yaklaştı. Tazyikli su fışkırtan bir hortumdu ama benzerlerinden bir farkı vardı. Hortum bir şofbene bağlıydı. Diğerlerinin aksine onu buz gibi suyla dondurmak yerine kaynar suyla haşlayacaklardı. Adam şofben sıcaklığını en son dereceye almıştı. Bunu yapmaktan büyük bir zevk duyacağı suratından anlaşılıyordu. Önder bunu yapmaması için onu nasıl ikna edeceğini düşünürken aklına bir fikir geldi ve aceleyle fikrini söyledi.
“Dur, bekle.”
Adam hortumun düğmesine başmak üzereyken aniden durdu, arkasındaki adam hala kollarını kavramış kaçmaması için onu sıkıca tutuyordu. Önder heyecanla kekeleyerek konuşmaya devam etti.
“Bakın, patronunuzun emrini yapmak zorundasınız biliyorum. Ama buna mecbur değilsiniz bunu yapmak istemediğinizi biliyorum. İsterseniz bir oyun yapalım, ben çığlık atarım ve...”
Adamların ikisi de kahkahalarla gülmeye başladılar.
“Bunu yapmak istemediğimi, mecbur olduğumu nereden çıkardın? Bunu yapmak seksten bile daha zevkli.” dedi adam ve Önder’in konuşmasına fırsat vermeden düğmeye basıp, hortumu çalıştırdı. Suyu bir süre yere akıtarak kaynamasını bekledi. Sonra Önder’i tutan adama bir işaret yaptı, adam Önder’in kollarını bırakıp oradan uzaklaştı ve diğerinin yanına geçti. İkisi de şimdi Önder’in tam karşısındaydı. Önder dehşet içinde iki elini kaldırıp ona durması için işaret yaptığı sırada, adam çılgınca bağırarak hortumu Önder’in üzerine çevirdi. Önder kaynar suyu hissettiği an sandalyeden yere düştü. Sıcak suyun verdiği acıyla yerde debelenirken, diğer yandan da boğazındaki metalin dikenlerini batmaması için olabildiğince özen göstermeye çalışıyordu. Oradan oraya yuvarlanıyor, kaynar sudan kaçmaya çalışıyordu ama o nereye gitse kaynar su oraya geliyor, onun peşini bırakmıyordu. Önder acı içinde bağırarak yardım istemeye çalışıyor ama bunun boş bir çaba olduğunu düşünemiyordu. Burada ona bunu yapanlar dışında sesini duyacak hiç kimse yoktu. Bu adamlara neden bulaşılmaması gerektiğini artık daha iyi anlıyordu. Adam onu uyarmıştı, buradan ne ölüsü çıkacaktı ne dirisi... Bir süre kapıyı yumruklayarak debelendikten sonra acıdan dolayı midesi bulanmaya, gözleri kararmaya başladı. Midesinden ağzına acı bir sıvı geldi ama bunun ne olduğunu bile algılayamadı. Bir süre sonra bu işkenceye daha fazla dayanamadı ve direnmeyi bıraktı. Gözleri ağır ağır kapandı ve bedeni hareketsiz kalarak yere serildi. Artık adamların kahkahalarını duymuyor, kaynar suyu hissetmiyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aden'in Rüyası (Bölüm 1)

Aden'in Rüyası (Bölüm 2)

Aden'in Rüyası (Bölüm 30)