Aden'in Rüyası (Bölüm 41)
Sorgunun ardından mahkemeye çıkmadan önce kısa süreliğine Selim’in evine, yani cinayet mahaline gitmişler, Aden’e keşif yaptırmışlardı. Aden o gece yaşanan her şeyi sanki kendisi orada değilmiş gibi başkasının gözünden anlatmıştı. Yalnızca Hayal’in yaptığı şeyleri anlatmıştı. O her ne kadar Hayal’in yaptıklarını anlatsa da herkes tüm anlatılanları bizzat Aden’in yaptığını gayet iyi biliyordu. Aden olay yerinde bulunan kendi ayak izlerini görmüştü, her yer kan içindeydi. O geceden kalma tüm kanıtlar ve vahşetin tüm izleri hala orada duruyordu. Hiçbir yer temizlenmemişti. O geceden tek fark havanın aydınlık olması ve yatağın üzerinin boş olmasıydı. Oraya girdiği an vahşeti tekrar yaşamış gibi hissetmişti. Tüyleri ürpermiş, baştan aşağı titremişti. Ama bir sorun vardı. O da Aden’in hiçbir önlem almasına rağmen Hayal’in bu vahşeti gerçekleştirirken tüm önlemleri almasıydı. Zeminde gördüğü kadarıyla odada yalnızca Aden’in ayak izleri vardı. Muhtemelen cesette de Hayal’e ait hiçbir şey çıkmayacaktı ama Aden’e ait bir şey de çıkmayacaktı. Çünkü Selim’e değil dokunmak yanına bile yaklaşmamıştı. Olay yerindeki keşif denen saçmalığın ardından birkaç saat sonra mahkemeye çıkmıştı. Annesiyle babası oradaydı ama yalnızca seyirci olarak. Onu savunmak ya da şahitlik yapmak için hiçbir şey yapmamışlardı. Babası donuk gözlerle olan biteni seyretmiş, annesi ise yalandan birkaç damla göz yaşı akıtmıştı. Aden’in tüm çabalarına rağmen hâkim son sözünü söylemiş, adli tıp raporu sonuçları çıkana kadar Aden’in tutuklu yargılanmasına karar vermişti. Bu karara şaşırmamıştı, bunu zaten bekliyordu çünkü artık onu durdurmanın başka bir yolu olmadığını düşünüyorlardı. Aden deli gibi korkuyordu, dışarıda bile kendisini savunamıyorken ceza evinde başına neler geleceğini tahmin bile edemiyordu. Onu ezecekler, kullanacaklar, her türlü işkenceyi yapacaklardı. Buna emindi. Eğer Önder Hayal denen kızı bulmayı başarabilirse kurtulacaktı. Bu da o kızın gerçek olduğunu, her şeyi o kızın yaptığını, Aden’in masum olduğunu kanıtlardı. Aksi halde tamamen Aden’in hayal ürünü olduğu ve her şeyi bizzat Aden’in yaptığı anlaşılacak, o zaman da hiçbir şekilde kurtuluşu olmayacaktı. Ceza evine ilk girişi olacak, çıkışı asla olmayacaktı. Bir ceza evi nakil aracının kafes kısmında elleri önden kelepçeli bir halde oturuyor, boş gözlerle tam karşıya bakıyordu. Arka kapının camları çok küçük olduğundan içeriye fazla ışık girmiyordu, ortam loş bir şekilde aydınlıktı ve çok havasızdı. Belki de o nefes alamıyordu, ayrıca soğuktan tir tir titriyordu. Buna korku da eklenince dayanılmayacak bir sıkıntı içinde olduğunu hissediyordu. Bunu düşünmeden edemiyordu ama ait olduğu yere gittiğinde bunu artık düşünmeyecek, yalnızca uygulamak için planlar yapacak ve kendisini buna hazırlamaya çalışacaktı. Sonunda da uygulamaya geçecekti. Artık başka bir yol yoktu. İntihar edecekti. Ölüm onun için bir kurtuluş olacaktı. Belki hiçbir dünyada da acı ve ızdırap çekecekti ama en azından bu dünyadaki cehennemden kurtulacak, buranın eziyetine daha az katlanmış olacaktı. Bu dünyadan ne kadar çabuk giderse o kadar az günah işlemiş olur ve öbür dünyadaki cezası da o kadar az olurdu. Oradaki cezasını da çektikten sonra her şey son bulacak ve sonsuza kadar cennette huzura kavuşacaktı. Araç toprak yola girmiş olmalıydı ki sarsılmaya başladı. Bir ara dengesini kaybedip kapıya doğru savruldu ve elleri kelepçeli olduğu için kendisini korkmayarak yere düştü. Küfürler savurarak yerden kalkıp tekrar yerine oturmaya çalıştı. Araç sanki onu bir an önce hapse götürmek ve oraya tıkmak için sabırsızlanıyordu. Sonra araç tekrar sarsıldı ve büyük bir gürültü koptu. Aracın arka kapsı içeriye doğru göçtü. Aden hızla kendisini diğer tarafa doğru attı. Yere düşmüştü ama bu kez kalkmak için çaba göstermedi. Araca arkadan başka bir araç çarpmıştı. Bu tarafta durması daha güvenli gibi görünüyordu. Araç çarpışmaya rağmen durmadı. Bir süre sağa sola sarsılarak, zikzaklar çizerek ilerlemeye devam etti. Sonra sola doğru eğildi, Aden aracın içinde oradan oraya savrulurken neler olduğunu hala idrak edemiyordu. Ama galiba araç takla atıyordu. Savrulmanın şiddetiyle tüm kemikleri kırılmış gibi acı çekmeye başladı. Başını defalarca sert bir şekilde hem oturaklara hem tavana hem zemine çarptı. Gözleri karardı, kendinden geçer gibi oldu ama bayılmadı. Sonunda araç durdu. Aden aracın tavan kısmında, hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Gözlerini açtı ama etraf zifiri karanlıktı.
“Lanet olasılar, beni çıkarın buradan.” diye bağırdı ama araçta hiç ses yoktu. Muhtemelen jandarmalar kazanın şiddetiyle bayılmış, en kötüsü de ölmüşlerdi. Eğer öyleyse işi bitmişti. Burada ya havasızlıktan ya da açlık ve susuzluktan ölecekti. Hiçbir kurtuluşu yoktu. Belki de bu bir işaretti. Belki de Tanrı onu hapse göndermekten vazgeçmişti ve bu yüzden onu araba kullanmayı bilmeyen bir yetkilinin eline bırakmış ve bu kazanın olmasına neden olmuştu. Hapse göndermekten vaz geçtiyse belki de onu yaşatmaktan da vazgeçmişti. Çünkü buradan kurtulmasının hiçbir yolu yoktu, onu burada ölüme terke etmişti. Zaten artık yaşamak istemiyordu, hapse girer girmez intihar edecekti ama bu şekilde ölmeyi de istememişti.
Onun intihar için seçeceği yok hızlı ve acısız olabilirdi ama bu ölüm çok yavaş ve son derece acılı olacaktı. Her zaman Tanrı’nın sevmediği kullarını süründürerek öldürüldüğünü düşünmüştü. Çünkü izlediklerinden ve okuduklarından gördüğü kadarıyla bu şekilde ölen insanların çoğu hep kötü insanlar oluyordu. O da bu şekilde bir ölüme hapsedildiğine göre, Tanrı katında kötü bir insan olmalıydı. Evet, Tanrı onu sevmiyordu. O kötü bir insandı ve Tanrı onu süründürerek öldürülecekti. Artık bunun geri dönüşü yoktu, artık hayata tekrar dönüp iyi bir insan olmak için çabalayamayacaktı. Bu da ölüm anında imana gelmek gibi bir şeydi. Artık şansı kalmamıştı. Dünya ile olan tüm bağını ve tüm beklentilerini sonlandırması gerekiyordu. Bunun zamanı gelmişti. Bir yandan soğuk bedenini esir alıp onu dondururken diğer yandan da ciğerleri nefessizlikten patlama deresine gelecek, sonra kafası patlayacak gibi hissedecek, içerideki tüm hava tükendikten sonra da ortamın sıcaklığına rağmen vücudu bu kez kendiliğinden soğuyacak, gözleri kararacak ve yavaş yavaş bilincini kaybedecekti. En son ise ruhunu Tanrı’ya teslim ederek öbür dünyadaki cezasını çekmeye başlayacaktı. Öldükten sonra ilk zamanları çok kötü geçecekti. Çünkü hesabını veremeyeceği, açıklayamayacağı çok fazla kötülük yapmıştı. Bunu geri dönüp düzeltemezdi, artık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kendisini bu acımasız ölümün kollarına bıraktığı sırada bir hiç beklemediği bir şey oldu. Birisi kapıyı zorluyordu. Demek görevlilerden biri hala hayattaydı, demek biri ölmemişti ve şimdi de onu kurtarmaya çalışıyordu. Kendisini bir an onun yerine koydu, onun yerinde Aden olsaydı eğer bunca ağır suçla suçlanan birini kurtarmak için çabalamaz, orada durup ölmesini bekler sonra da yetkilileri arardı. Sonuçta bu bir kazaydı ve etrafta kamera yoksa eğer kimse kazanın saatiyle mahkumun ölüm saatini kıyaslayarak bunun gerçekten kaza sonucu bir ölüm mü yoksa görevlinin ihmaliyle gerçekleşen bir ölüm mü olduğunu sorgulamazdı. Belki de onu kurtarmasının nedeni artık yerinin gerçekten hapishane olduğu ve ölene kadar sürünmesi gerektiği içindi. Belki de görevli onun ömrünün geri kalanını dört duvar arasında kafayı yiyerek geçirmesini istiyordu ve bu yüzden onu kurtarmaya çalışıyordu. Dışarıdaki kişi hala kapıyı zorluyordu ama Aden hiç kımıldamadan olduğu yerde öylece yatıyordu. Biraz sonra kapı biraz aralandı ve içeriye küçük bir yarıktan gün ışığı doldu. Muhtemelen hem sıkışmış hem de önüne bir şeyler yığılmıştı. Bu yüzden de kapı açılmakta zorlanıyordu. Kapı biraz daha zorlandıktan ve paslanmış menteşe sesine benzer sesler çıkardıktan sonra nihayet açıldı. Aden içeri dolan yoğun gün ışığından kamaşan gözlerini kapattı.
“Hadi, gidiyoruz.” dedi bir ses.
Aden şaşkınlıkla gözlerini kocaman açtı. Karşısında hayalete benzeyen bir siluet gördü. Gün ışığı arkasından vurduğundan dolayı yüzünü göremiyordu ama o sesi hemen tanımıştı. Bu Hayal’di.
“Neler oluyor? Jandarmalar nerede?” diye sordu Aden, güçlükle.
Hayal cevap olarak elini uzattı ve onun bileklerine bağlı olan kelepçelerin arasından tutup, var gücüyle çekmeye başladı. Aden yerde sürüklenirken bedeninde dayanılmaz ağrılar hissediyor, aracın tavan kısmındaki çıkıntılara çarptıkça canı daha da acıyordu ama Hayal bunu umursamıyordu. Sonunda oradan dışarı çıktığında, başını kaldırıp tepesinde duran silüete baktı. Hayal... O buradaydı. Önder’den onu bulmasını istemişti ama muhtemelen Önder onun ne demek istediğini bile algılayamadan Hayal buraya, onun yanına gelmişti. Ama nasıl? Burada ne işi vardı, onun bu araçta olduğunu nereden bilmişti?
“Sen ne yapıyorsun Hayal?” diye sordu, acı dolu sesle.
“Seni kaçırıyorum Aden’ciğim, hoşuna gitmedi mi?”
“Hayır, beni kaçırmazsın! O zaman gerçekten suçlu olduğumu düşünürler.”
“Zaten geçekten suçlusun Aden, suçun yalanı gerçeği olmaz.”
Aden bir şeyler daha söylemek üzereyken, Hayal Aden’i kollarından tutup ayağa kaldırdı. Bir kolunu onun beline dolayarak sürüklemeye baladı. Ciddi anlamda sürükleniyordu çünkü tüm bedeni dayanılmaz bir acı çekiyordu. Yalnızca bir ayağını kullanabiliyordu ama onun üzerine de çok az basabiliyordu. Bu yüzden tüm ağırlığını Hayal’e veriyor, ondan destek alıyordu.
Onu bu halde dik bir yamaçtan yukarı çıkarmaya çalıştı. Aden başını çevirip arkasına baktığında, nakil aracının tepe taklak durduğunu ve kaputundan dumanlar yükseldiğini gördü. Demek doğru anlamıştı, araç gerçekten takla atmıştı. Önce hakimiyetini kaybetmiş, sonra yoldan çıkmış, sonra da şarampole yuvarlanmıştı. İçindeki jandarmalara ne olduğunu merak ediyordu.
“Onları kontrol etmeliyiz Hayal. Ambulans çağırman gerek.” dedi Aden.
Hayal ise buna gülümseyerek karşılık verdi.
“Evet, haklısın. Bu durumda bile beni güldürmeyi başarıyorsun. Yürü hadi.”
Hayal onu ciddiye bile almamıştı. Ama neden o görevlileri odada ölüme terk ediyordu, neden onlara yardım etmiyordu? Sonuçta onların bu işte hiçbir suçları yoktu, yalnızca kendilerine verilen emirleri yerine getiriyorlardı hepsi bu. Aden onları burada ölüme terk etmek istemiyordu. Şarampolden çıkıp yol kenarına ulaştıklarında Aden, Hayal’in kollarından kurtulmak için dirseğiyle onun karnına bir darbe indirdi. Bunu yukarı çıkarken yapamamıştı çünkü onunla beraber tekrar aşağı yuvarlanmak istemiyordu. Hayal ani bir refleksle kollarını Aden’in üzerinden çekip iki büklüm oldu, sonra Aden onu en savunmasız anında yakaladı ve ayakta bile zar zor duruyorken, onun üzerine doğru gidip başıyla bir darbe daha indirdi. Hayal yere devrildi. Onunla beraber Aden de yere düştü, ellerindeki kelepçelerden dolayı kendisini yine koruyamamıştı ve yine canı fena yanmıştı. Hayal küfürler saydırarak hızla ayağa kalktı ve Aden’in saçlarını sıkıca kavrayıp, başını kendine doğru çevirdi.
“Sen ne halt yemeye çalışıyorsun? Ben seni onlardan kurtarmaya çalışıyorum senin bana yatığına bak! nankör pislik...” Hayal o kadar sinirliydi ki bunları dişlerini sıkarak söylüyordu.
“Onları burada ölüme terk edemezsin Hayal! Canının istediği kişiyi öldüremezsin.”
“Bak pislik.” dedi Hayal ve Aden’in başını başka bir yöne çevirdi. Aden tamponu ve kaputu parçalanmış bir araç gördü. “Bunu senin için yaptım, beni anlıyor musun? Bu araba kaç para senin haberin var mı? Ama ben sana o demir yığınından daha çok değer veriyorum. Senin bana yaptığına bak.”
Aden şaşkınlıkla gözlerini kocaman açmış, donup kalmıştı. Demek nakil aracının kontrolünü kaybetmesine o sebep olmuştu, yoldan çıkmasına ve şarampolden yuvarlanmasına da... Kazadan önce aracın arka kapısına bir şeyin çarptığını duymuştu, demek o Hayal’in aracıydı. Bunu o yapmıştı ve şimdi de o jandarmaları ölüme terk ediyordu, onlar Hayal’in umurunda bile değildi, onun istediği de zaten buydu. Aden dehşete düştü. Artık ondan ciddi anlamda korkmaya başlamıştı çünkü her şey gerçekti. Kaza, parçalanmış araç ve ölen jandarmalar... Hepsi gerçekti. Bu kız önüne geleni canı istediği gibi kolayca öldürebiliyordu. Bunca insanı rahat bir şekilde öldürebilen ona neler yapmazdı ki? Aden onun elinden kurtulana kadar ona itaat etmeye karar verdi. Onun ellinden sağ kurtulmanın başka bir yolu yoktu. Peki ama neden Aden’e bu kadar kafayı takmıştı? Ondan ne istiyordu? Onunla derdi ya da ondan beklentisi neydi? Onca insanı öldürmüş, şimdi de onu ortadan kaldırıyordu. Zaten tüm şüpheler onun üzerindeyken bir de ortadan kaybolması onun suçlu olduğunun en büyük kanıtı olacaktı. Belki polis Aden’i bir sonraki sefer bulduğunda bu kez daha farklı önlemlerle hapse tıkacak, belki de Hayal onu tamamen ortadan kaldıracak ve bir daha hiç kimse asla onu bulamayacaktı. Bu sayede Hayal’in işlediği tüm suçlar yanına kalacak, herkes Aden’i adaletin elinden kaçmayı başaran azılı bir seri katil olarak tanıyacaktı. Bunun başka bir açıklaması yoktu, Hayal için gayet makul bir plandı. Ama sorunu neydi? Neden bunları yapıyordu? Bunun hala bir açıklaması yoktu. Hayal, Aden’in saçlarından tutarak onu zorla ayağa kaldırdı ve kolundan tutup çekiştirerek araca doğru götürdü. Aracın ön yolcu kapısını açıp Aden’i koltuğa doğru itti. Aden ona zorluk çıkarmadan koltuğa oturdu ve başına gelecek olan felaketleri bekledi. Bir yandan da onun elinden kurtulmak için planlar yapmaya başlasa iyi olacaktı. Bu iş artık Aden’den çıkmıştı, bunun rüyalarıyla ya da uygulamalarıyla bir alakası yoktu. Bunun Aden ile hiçbir ilgisi yoktu. Bu tamamen Hayal ile ilgili bir konuydu ve anlamadığı bir şekilde insanları öldürüp, sonrasında temize çıkmak ve gizlenmek için Aden’i kullanıyordu. Neyse ki hiçbir sır gizli kalmazdı. Hayal’in derdi neyse er ya da geç otaya çıkacaktı. Hayal şoför mahalline geçmiş, gaza basmıştı. Yolda ilerlerken kamera olabilecek bölgelerde Aden’in eğilmesini ve yüzünü gizlemesini söylüyor, Aden’de istemeyerek bunu yapmak zorunda kalıyordu. Nereye gittiklerini bilmiyordu ama şehirler arası bir yolculuk yaptıkları kesindi. Gördükleri şeyler yol kenarındaki ormanlık veya boş araziler, dinlenme tesisleri, tırlar ve kamyonlardı, hepsi bu. Hiç mola vermeden uzun bir yol gitmişlerdi. Hava kararmaya başlamış, tam karşıda gün batımının bıraktığı kırmızı pembe çizgilerden başka bir şey kalmamıştı. Sonunda Hayal aracı bir benzin istasyonuna sürdü. İstasyona yaklaşmadan önce Aden’e koltuğun altına girmesini ve o söyleyene karar oradan çıkmamasını söyledi. Aden yine ona itaat etti, çünkü başka çaresi yoktu. Elleri hala kelepçeliydi ve bu onu artık sıkmaya başlamıştı. Hayal isteseydi eğer onları çıkarabilirdi ama Aden’i bu şekilde daha rahat kontrol ettiğinden dolayı bunu yapmamıştı. Anahtarların onda olduğuna emindi. Aden koltuğun alına girip kendisini bu küçük yere hapsetti. Tuvalete gitmesi gerekiyordu ama Hayal’in buna asla izin vermeyeceğine emindi. Hem ellerinde kelepçeler vardı hem onu zorla kaçırmıştı hem de seri cinayetlerden tutuklandığından dolayı televizyonda fotoğrafları yayınlanmıştı.
Bu yüzden onu tanıyan birileri çıkabilir, polisi arayabilirdi.
Hayal onun iki gramlık çişi için bunca tehlikeyi asla göze almazdı. Belki yol üzerinde boş bir alan bulurlarsa izin verebilirdi. Bunu deneyecekti. Aracın kontağı kapandı ve Hayal aşağı indi. Biraz sonra benzin kapağı açıldı, birkaç konuşma sesi duyuldu. Etraf insan doluydu ama kimse merak edip aracın penceresinden içeri bakmaya çalışmıyordu. İçini büyük bir öfke kapladı, şimdi burada birilerinden yardım isteyebilir, belki de kurtulabilirdi. Bu kafadan çatlak ile beraber bilinmezliğe doğru ilerlemektense hapse girmeyi tercih ederdi. Polislerin eline düşmeyi bu kadar istediğini hiç hatırlamıyordu. Şu an polislerin elinde olmayı istiyordu, en azından orada güvendeydi. Ama hiçbir şey yapmıyor, kılını ile kımıldatmıyordu. Cesaretini toplamaya çalışıyor, derin derin nefes alıp veriyor, kapıyı açmak için hamle yapıyor sonra ellerini geri çekiyordu. Belki o kapıyı açacağı sırada Hayal onu görebilir, bir şekilde bayıltabilir ya da öldürebilirdi. Ve bunu kimseye çaktırmadan yapabilirdi, onda o kapasite vardı. Ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışırken aracın şoför kapısı açıldı ve Hayal araca bindi. Aden gözlerini sıkıca kapatıp içinden küfürler savurdu. Belki de kaçmak için ilk ve son bir şansı buydu ama onu da kaybetmişti. Araç tekrar hareket etmeye başladı, oradan uzaklaştıklarında Hayal ona koltuğun altından çıkabileceğini söyledi. Aden sıkış tepiş durduğu yerden güçlükle çıkarak kendisini koltuğa bıraktı. Hava iyice kararmıştı, artık yolu yalnızca aracın farları aydınlatıyordu. Manzara ise hala aynıydı.
“Nereye gidiyoruz? Lanet olsun... Bana nereye gittiğimizi söylemek zorundasın!” dedi Aden, öfkeyle.
“Son bir işimiz kaldı ama ondan önce seni bir süre saklamalıyım. Herkes peşine düşecektir, göz önünde olmamamız gerek.”
“Ne işi? Benim bir işim falan yok, bu senin işin.”
“Hayır Aden, ikimizin işi. Selim’i hallettik ama Tuğra ile işimiz bitmedi. Aileni saymıyorum çünkü onu ben kendi başıma hallettim.”
Aden gözlerini kocaman açarak ona döndü.
“Ne demek hallettim? Bu ne demek oluyor? Ne yaptın sen?” diye bağırdı.
Hayal ona kaçamak bir bakış atıp tekrar yola döndü.
“Merak etme! Kimsenin canına zarar vermedim ama yaptığım şey sayesinde birilerinin ölmek isteyeceğine eminim.”
“Ne zırvalıyorsun sen? Onlara ne yaptın?” diye, daha yüksek sesle bağırdı Aden. Dehşete düşmüştü, ailesinden nefret ediyordu ama onlardan birine bir zarar gelmesini asla istemezdi, buna dayanamazdı. Sonuçta onlar ailesiydi.
“Yakında her şeyi öğreneceksin Aden, sabırlı ol.”
Aden şaşkın gözlerini ondan ayırıp yola çevirdi. Ona soru sormanın, onunla konuşmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktu. Hiçbir soruya cevap vermiyor her şeyi üstü kapalı anlatıyordu. Onunla konuşmaya çalışmak yalnızca boşa zaman kaybıydı. Gözlerinden yaşlar akıyor, açık kalan ağzından salyaları süzülüyordu ama bunun farkında bile değildi. Sonunda araç yolun kenarında durdu. Karanlıktan dolayı pek bir şey görünmese de yolun her iki tarafının da ormanlık alan olduğunu görebiliyordu. Normalde onu burada öldürüp gömeceğini düşünebilirdi. Bunu yaparsa cesedini hiç kimse bulamazdı. Cinayet işlemek ve ceset saklamak için gayet ideal bir yerdi. Ama onunla son bir işleri daha kaldığını söylemişti. Tuğra’ya henüz bir şey yapmamışlardı. Belki de Aden’i şu an hayatta tutan tek şey Tuğra idi. Belki de Tuğra ile olan işlerini de hallettikten sonra artık Aden ile bir işi kalmayacak ve onu da öldürüp ortadan kaldıracaktı. Sonuçta arkasında bir şahit bırakamazdı. Bu zamana kadar onu öldürmemişti. Çünkü Aden onu tamamen kendi hayal ürünü olduğunu sanıyordu ve o bunu biliyordu. Ama artık Aden onun gerçek bir insan olduğunu algılamaya başlıyordu. Dolayısıyla onu serbest bırakmayacaktı. Tuğra’nın ölmemesi, hayatta kalması için dua etmekten başka çaresi yoktu. Düşmanının ölmemesi için Tanrı’ya yalvaracağı, dua edeceği aklının ucundan bile geçmezdi ama olmuştu işte. Kendi can güvenliği tamamen buna bağlıydı. Hayal araçtan inip Aden’in kapısını açtı ve kolundan tutup çekiştirdi. Aden hazırlıksız yakalandığından yere basamamıştı ve Hayal’in çekiştirmesinden dolayı yere kapaklandı.
Nakil aracından kaçarken Hayal ile itişip kakışırken yere düştüğünde, üstü zaten ıslanmıştı, şimdi de yol kenarındaki su birikintisinin içine düştüğünden dolayı baştan aşağı sırılsıklam olmuştu. Hayal ona küfürler savurarak ayağa kaldırdı ve çekiştirerek yol kenarındaki ormanlık alana girdiler. Burası zifiri karanlıktı, gözleri karanlığa alıştıkça etrafı az çok görebiliyordu. Karla kaplı zemin, çıplak ve kuru otlarla kaplı ağaçlar... Ortamı algılamaya başlayınca, buralar ona tanıdık gelmeye başlamıştı. Burayı sanki daha önceden görmüştü.
Biraz daha ilerleyip ormanlık alandan çıktıktan sonra bir tepeye ulaştılar, sonra buradan da aşağı doğru indiler. Biraz ileride, karanlığın içine gömülü bir kulübe göründü. Şimdi nerede olduğunu anladı. Köye gelmişlerdi ve karşısındaki kulübe Hayal’in kulübeydi.
“Burada ne işimiz var? Sen delirdin mi? Hem beni kaçırıyorsun hem de köyüme mi getiriyorsun?” diye sordu Aden, alaycı bir tavırla.”
“İnsanlar burnunun dibindekileri görmezler, buraya bakmak kimsenin aklına gelmez.”
Yorumlar
Yorum Gönder